Bir gün uzaylıların dünyayı istila ettiğine tanık olursak ve hala yaşamımıza devam edebileceksek emin olabiliriz ki uzaylı filmleri Hollywood’un tekelinden çıkacak ve sanat sinemasında kendine yer bulacaktır… Sahi biz niye uzaylıları E.T gibi deforme olmuş insan bedeninde hayal ediyoruz ki, hala kaynağı belli ölçüde gizemini koruyan yeni tip koronavirüsler belki de yıllardır beklediğimiz uzaylılardır.

Televizyonda orta yaşlı bir doktorun açıklamalarını izlerken nasıl dehşete kapıldığını hissettim. Biz, evet bizim kuşak, hatta bir önceki kuşak bile böylesini görmedi diyordu ve sonra şöyle devam etti: Kuzey Yarımküre’de böylesi görülmedi… Öyle elbet, insanlık tarihi pandemiler gördü, mesela dönem dönem ortaya çıkan ve Avrupa nüfusunun önemli bir bölümünü yok eden Veba salgınları, ‘Kara Ölüm’ bunlar arasında en meşhurlarındandı. Sonra 1918 yılında başlayan bugün Domuz Gribi olarak da bilinen H1N1 virüsünün yol açtığı o meşhur İspanyol Gribi de ciddi boyutta ölüme yol açmış Max Weber, Egon Schiele, Gustav Klimt, Josep Kaufman, Sophie Freud gibi pek çok tanınmış figürü aramızdan almıştı. Bu virüsün 2009 yılındaki çocuğu, öldürücülüğü oldukça düşük bir versiyonu da pandemiye neden olmuş ama hayatımızın akışını değiştirmeye gücü yetmemişti. Evet kuvvetle mümkün ki öldürücülüğü ülkelere ve farklı parametrelere göre değişmekle beraber %7’nin biraz üzerinde seyreden bugünkü pandemi önümüzdeki aylarda hız kesmez ya da yaygın bir tedavi bulunamazsa, Kuzey Yarımküre 102 yıl sonra ilk kez böylesini gördü diyeceğiz, yavaş yavaş da diyoruz zaten.

Tabii Kuzey Yarımküre böylesini ilk kez görüyor görmesine de, salgınlar konusundaki mimli kıta Afrika’da küçük çaplı Veba salgınları bile hala oluyor, tıpkı Albert Camus’nün Veba adlı romanını doğrularcasına… Ayrıca Ebola, Kolera gibi salgınlar da Afrika’da yaygın. Kimi kaynaklarda insanlara ilk bulaşı 1931’e kadar giden ve Aids’e neden olan Hiv taşıyıcılığında da Afrika açık ara dünya lideri, yaklaşık her dört, beş kişiden birinin taşıyıcı olduğu bir durumdan söz ediliyor ve korunma yolları net olan ve gerçekten insandan insana pek de kolay geçmeyen bir virüste bile durum bu.

Yani bence Kuzey Yarımküre’yle falan lafı gevelemeye gerek yok, dünyanın görmezden geldiği Afrika kıtasının dışına çıkan ve bulaşıcılığı oldukça yüksek hastalıklar grubu içerisinde öldürücülüğü yüksek sayılabilecek bir salgınla karşı karşıyayız ve maalesef o bir pandemiye dönüştü… Oysa bugün Covid 19 ya da Sars 2 adını verdiğimiz bu hastalığa neden olan koronavirüsün annesi olan 2002 yılında Sars adı verilen o hastalık ilk kez ortaya çıktığında belki öldürücülüğünün daha yüksek oluşunun da etkisiyle tüm dünyaya yayılamamış ama gündemde uzun süre kalmıştı.

Sonuçta dünya bir İspanyol Gribi trajedisi daha yaşamak üzerinde olduğunun farkında olduğu için virüsün hız kesmesi adına hayatı büyük ölçüde durdurdu… 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana görmeye alışık olmadığımız  pek çok şey oldu. Ulusal ligler, uluslararası spor müsabakaları iptal edildi, uluslararası film festivalleri de nasibini aldı. Cannes Film Festivali öğrenci olayları nedeniyle başladıktan sonra yarıda kalan 1968’i dışarıda tutarsak 1950’den itibaren ilk kez yapılamıyor…. Kentlerdeki sinemalar kapandı, film çekimleri yarıda kaldı. Kısaca tüm dünyada dünya savaşlarından bu yana ilk kez böylesi olağanüstü hal yaşandı-yaşanıyor. Bu noktada sinema sanatının bu durumdan nasıl etkileneceği de büyük bir merak konusu oldu. Pek çok uzman korona öncesi ve sonrası şeklinde tarihin yazılacağını ifade etti. İlkçağ, Ortaçağ, Yeniçağ ve Yakınçağ olarak istiflenen çağlara bir yenisi mi geliyor dendi. Önemli ölçüde bireyselleşen, izole olan hayatlarımız daha da mı izole olacak? Peki büyüme eğilimindeki Netflix daha da mı büyüyecek, yoksa virüs Netflix’in merkezinde üretilmiş olabilir mi? Şakayla karışık o zaman neden bu virüs Çin’de ortaya çıktı.

Hepsi bir tarafta dursun ama sinema tarihine bakınca karşımıza çok temel bazı gerçekler çıkar. Örneğin Hollywood’un yükselişinde kuşkusuz iki tane dünya savaşının etkisi yadsınamaz. Elbet sadece dünya savaşlarından ibaret değildir bu yükseliş kendi iç dinamikleri de vardır ama Avrupa’da ortaya çıkan sinemanın yeni merkezinin Abd olması bu savaşlardan Avrupa’nın etkilendiği şekilde etkilenmemesinden kök alır. İspanyol Gribi’ni de içine alan bu iki savaş döneminde Avrupa, sinema açısından durma noktasına gelmiştir. Ama dikkat çekici nokta şudur ki o Avrupa bu savaşların ertesinde küllerinden doğmuştur ve tamamen savaş sonrası ikliminden etkilenerek önce İtalyan Yeni Gerçekçiliği sonraysa Fransız Yeni Dalgası gibi bence sinema tarihinin en önemli iki akımını ortaya çıkarmıştır, sinema icat edildikten yaklaşık yarım asır sonra… Bu akımlar sanat sineması kavramını ortaya çıkarmış, başta Cannes, Berlin ve Venedik Film Festivali olmak üzere uluslararası festivaller de sanat sinemasının kurumsallaşmasının yolunu açmışlardır. Artık İngilizce dışı çeşitli dillerde ve Hollywood anlatı kalıplarının dışındaki birçok film bu festivaller sayesinde belirli bir görünürlüğe ulaşmıştır. Yani demem o ki, iki tane dünya savaşı olmasaydı bugün sanat sineması olarak adlandırılan bir kavramdan bahsedebilir miydik? Benim her zaman dile getirdiğim, Abd’deki başarılı bağımsız yapımlarda bile ulaşılamayan o üstün nahifliği Avrupa Sineması’nda bulabilir miydik? Belki yine bir şeyler bulurduk ama bugünkünden muhakkak çok daha farklı olurdu çünkü iki dünya savaşı öncesinde neden böyle büyük akımlar çıkaramadı Avrupa? Mesela savaş yıllarındaki Alman Dışavurumculuğu ya da Fransız Şiirsel Gerçekçiliği gibi akımların sinema tarihindeki etkisi yukarıda saydığım akımların son derece gölgesinde kalmadı mı? Bugün Hollywood’a alternatif olarak bahsettiğimiz sanat sineması deyince Fransız Şiirsel Gerçekçiliği’ne gidenimiz yok. Hangi kaynağı kaynağı açarsanız açın karşınıza Fransız Yeni Dalgası çıkar, Alexander Astruc’un “caméra-stylo” kavramı çıkar. O kapıyı açanın da İtalyan Yeni Gerçekçiliği olduğu yazar…

Buradan devam edelim, yaşayan sinemayı takip eden birçoğumuz Romen Yeni Dalgası’nı duyduk, son yıllarda yine festivallerin taşıyıcı olduğu çok sayıda Romen filmi izledik ve hala izliyoruz. 2000’li yıllarda neden Avrupa Sineması bir yeni dalga çıkardı ve bu yeni dalga neden Romanya’dan çıktı diye düşüneniniz oldu mu hiç? Peki 1989 Devrimi’ni bilir misiniz? Berlin duvarının yıkılışı ve Doğu Bloku ülkelerinde sosyalist rejimlerin bir bir çöküşünü yani. Bu çöküş sadece Romanya’da olmadığına göre bu dalga neden diğer Doğu Bloku ülkelerinde değil de Romanya’da ortaya çıktı o zaman? Bu rejim değişikliği pek çok ülkede neredeyse kansız gerçekleşirken, Romanya’da binlerin üzerinde insan hayatını kaybetti çünkü ve halk ayaklanmasıyla başlayan, bir süre sonra halkı bastırmakta zorlanan askerin saf değiştirmesiyle bu darbe-devrim karışımı (ama halkın yönlendiriciliğinden dolayı bence devrim) rejim değişikliği ayrıca Romen halkının Latin kökenli oluşunun da etkisiyle Batı Avrupa’ya çok hızlı entegre olma çabası ama AB ülkeleri içindeki en yoksulu olması gibi ülkede bitmeyen kriz hali böyle bir yeni dalgaya zemin hazırladı. Anlatacak hikaye çoktu çünkü ve anlatmaya niyetli insanlar da, 1990’larda kapitalizme geçişin bocalamasını yaşayan ülkede öyle ki 2000 yılında tek bir film bile çekilememişti, sonrasıysa tam bir küllerinden doğma hikayesi… Elbet ülkenin yabana atılmayacak bir sinema geleneği olmasını da unutmayalım…

İşte sinema genelde kriz dönemlerinden sonra ivme kazanmış bir sanat. Mesela Türkiye için de Gezi eylemleri sonrası sinemada bir hareketlenme olabileceği düşünülüyordu. Ama olmadı ve bence olmayacak da çünkü bizim bir geleneğimiz yok, bir Türk Sineması yok. Tarihimizde bu çok tartışıldı ama bir gelenek yaratılamadı… Hemen Gezi eylemleri sonrası karşımıza çıkan bol ödüllü Kış Uykusu filmi aslında bu geleneksizliği çok güzel anlatıyordu ya, neyse…

Sonuçta hayat mükemmel olamadığı için sanat var, evet her şeyin mükemmel olduğu bir toplumda sanata ihtiyacın olmayacağını düşünenlerdenim,  belki o zaman da kusursuzluğun yaratacağı marazlardan bir şeyler çıkar mıydı bilemiyorum, bilinen bir gerçek var ki insanlığın çektiği acılar sanatı besliyor. İşte bu koronavirüs pandemisi anlatacak hikayeleri arttıracaktır, tabii o hikayeler artık daha çok Netflix gibi kanallarla mı aktarılır yoksa kısa bir süre sonra sinemalar eski doluluğuna kavuşur mu o da şimdilik tartışma konusu olsa da en azından şu konuda net olabiliriz diye düşünüyorum. Bugüne kadar çok sayıda salgın filmi bize ‘distopik’ bir dünya tasavvur ettiler. Fiction (kurmaca) içinde değil de fictitious (hayali) içinde yer aldılar mecburen. Outbreak (1995), Contagion (2011) gibi filmleri hatırlayalım… Uzaylı istilası filmlerinden pek bir farkları olamadı, apokalips denilen türün bir parçasıydılar, anlattıkları her ne kadar olası görünse bile tam olarak yaşanmışın içinden gelmediler, gelemediler çünkü böyle bir deneyimimiz yoktu. O yüzden de ezici çoğunlukla Hollywood’un içinde kaldılar ya da hadi en azından ana akım sinemanın içinde kaldılar diyelim ve biz sanat sinemasını salgın filmleriyle pek ilişkilendiremedik. Nedeni de basit; sanatın önemli bir kaidesi vardır, gerçek hayatla, yaşanmışlıkla kurulan bağ, yaşanabilirlik katsayısının çok yüksek oluşu çeşitli eserleri sanatın alanı içerisinde aynı zamanda daha geniş bir küme olan fiction içerisinde değerlendirmemize neden olur. Yani niye Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter ya da Alice Harikalar Diyarı’nda gibi filmler sanat sineması içinde değerlendirilmez ve sanat sinemasının beşiği Avrupa Sineması neden genel olarak olarak böyle bir sinemaya uzaktır değil mi ama?

Sinema yaşamaya devam edecekse artık sanat sineması içinde de salgın filmleri görmemize hiçbir engel kalmadı ve bir biçimde bu pandemiye farklı boyutlarıyla yaklaşan çeşitli filmlerin İtalya, Fransa gibi Avrupa ülkelerinden hatta İran, Çin gibi Asya ülkelerinden gelmesini bekleyebiliriz diye düşünüyorum. Bu ülkelerin sayısı daha da arttırılır, öngörüm bu ama bu değişim İkinci İtalyan Yeni Gerçekçiliği vb. bir akım ortaya çıkarır mı onu kestirmek çok daha zor…