Ele aldığımız filmin birbirlerine yabancı olmaktan da öte kendilerine dahi yabancı olan ailesini incelemeden önce yönetmeni tanıtmalı düşünüyorum. Yeşim Ustaoğlu filmografisi onlarca ödülle taçlandırılmış bir yönetmen ve Tarkovskivari bir şiirsellikle sinemaya yaklaşan nadir Türk yönetmenlerden. Batı Karadeniz’in o hem birbiriyle ahenkli hem de aslında uçsuz bucaksız, her bir köşesi de bir o kadar birbirine yabancı manzarası Ustaoğlu tarafından bize filme genel bir özet gibi sunulurken bir yandan da birbirine aynı bu Batı Karadeniz kadar uzaklaşmış, aynı candan ve aynı çocukluktan olsalar da hiç olmamışlar gibi bambaşka dünyalara çekilmiş bir ailenin acil bir durumda tekrardan aynı cana, aynı çocukluğa dönmeye çalışmasını izliyoruz.

Kısaca filmin konusu aktarırsak; Alzheimer rahatsızlığı sebebiyle evinden bir anda kaybolan annelerini bulup güvenle yanlarına getirmek için bir araya gelme mecburiyetine düşen bir aileyi ve anneyi izliyoruz, ya da daha çok bir anneanneyi. Çünkü torunuyla gördüğümüz o güzel İstanbul turu sahneleriyle de içimize işlediği gibi, bu film daha çok geçmişi tarafından avlana avlana bugünü yok oluş bir anneanne ve bir türlü bir yere kendini sığdıramayan “başarısız” bir torunun hikayesi daha çok.

Bu anneannenin bütün kız çocuklarının kendinden, oğlununsa kocasından o öyle kötü olan kendisinin dahi o rahatsızlıkta unutamadığı özelliklerini almış olmaları çok dikkat çekici geldi benim açımdan. Kızlar annelerinin olduğu ve olabileceği her şey iken genelde erkekler babalarının olduğu ve olabileceği her şeyler. Nesrin aynı annesinin o katı gençliği gibi; kontrolü elinde tutmak istiyor, çocuğu onun seçtiği gibi ve arzuladığı gibi olsun istiyor. Babanın genelde işte olduğu ve evden uzak olduğu o Anadolu köyünde evlatlarını hizada tutabilmek için doğru olduğuna inandığı şeyi yapıyor: kontrol ediyor. Nesrin de aynı şekilde babanın, geçmişe kıyasla daha fazla aile içerisinde olsa dahi, işten dolayı evden uzak olan o babanın ve modern toplumun getirebileceği yanlışların çocuğunu es geçmesi için gereken şeyi yapıyor: kontrol ediyor. Ancak anneannemizin de küçük kızına dediği gibi, “Benim gibi olma, aç kendini.”

Güzin o asla sınırları, nefreti ve sevgisi belli olmayan anne-kız ilişkisi oluyor filmde bizim için. Evde mahrum kaldığı sevgiyi bambaşka, ona zarar veren adamlarda arıyor ve aradıkça da bulamıyor; ona benzeyen annesine dönüyor. Güzin’in en çok yalnız başınalığı benziyor annesine fikrimce. Annesi de yıllarca o dağlardan eşini beklemiş, yalnız başınalığını kabullenmeyip hep içindeki uzak köşelere yerleştirmiş; Güzin de görmediği ya da hissedemediği annesini çok uzak yerlere koymuş içinde ki filmde bunu apaçık izliyoruz. Güzin ne diğer kardeşleri ne de yeğeni kadar ilgili değil annesiyle. Çünkü onun ağzından duyduğunuz gibi, “Anne beni neden sevmedin?”

Mehmet aynı Nesrin’in belirttiği gibi “olunmaması gereken” birisi. Modern toplumda kabul gören ya da daha doğrusu bunun için çabalayan birisi değil. Mehmet’in daha çok dikkat çeken yanı babasının başka bir kadın için gitmiş olduğuna değil dağlara gittiğine inanıyor. Hepimiz öyle değil miyiz? Anne ve babamızı yanlış yapabilecek insanlar olarak değil bambaşka figürler olarak yerleştiriyoruz hayatımıza. Mehmet gibi hatalarını yapmış olabileceklerine inanmıyor çoğu zaman kılıflar uyduruyoruz.

Bu üç kardeş anneleri sebebiyle bir araya geldikçe Pandora’nın Kutusu açılmaya başlıyor. O modern kendi hallerinde hayatlarında ne mühim kırıklar olduğunu görüyoruz. Aslında hepsinin annelerine ne kadar benzediğini izliyoruz. Bizim ailemizden ağrıları ve acıları miras aldığımız gibi, onların da aldığını izliyoruz. Aslında Yeşim Ustaoğlu’nun bu eseriyle biz mükemmel işlerimiz, eşlerimiz ve diğer her şeyimizle ayak uydurduğumuz bu modern dünyada ne kadar çatlaklarla dolu olduğumuzu izliyoruz. Anneannemizin elindeki mendille bir türlü hiçbir şeyi silemediği gibi biz de geçmişimizden hiçbir şey silemiyoruz aslında. O mendille sadece lekeyi dağıttığı gibi dağıtıyoruz etrafa, daha az görmek maksadıyla.

Bu filmde özellikle değinilmesi gereken kişinin Murat olduğuna inanıyorum. Annesinin çizdiği yoldan gidemiyor, çünkü onu istemiyor. Ancak Nesrin ile asıl çatışmaları burada başlıyor çünkü Nesrin onu “bırakamıyor”. Kontrolünü elinde tutabildiği evladının kendi hayatını devralıp hatalara başlamasını istemiyor, o hatalarla bir Mehmet’e dönüşmesini istemiyor. Ancak sonradan onun da fark ettiğini görüyoruz ki bazen bırakmamız gerekiyor. Kontrol edemeyeceğimizi kabullenmeden inat etmemek gerekiyor Nesrin’in yaptığı gibi. Bazen bırakmak gerekli.

Murat’ın ve anneannesinin bu kadar içli dışlı olmasının sebebini ikisinin de birbirleri yanında birisi olmak için uğraşmaları gerekmediğine yoruyorum. Murat annesinin yanında olduğu gibi diken üzerinde olmak ya da kaçmak zorunda değil. Anneannesi ile beraber o da hiç kimse olma fırsatı yakalıyor. Aslında ailemizin yanında olmamız gereken kişi oluyor Murat: hiçbir role ve statüye bürünmeden sadece bir kişi olmak, hiç kimse olmak ailenin yanında.

Birbirine ne kadar yakınsa bir o kadar kopuk aileleri, sorunları hurçlara tepiştirip dolaplara saklayıp sorunsuz yaşayan ve her an kopmaya meyilli ilişkileri, yitirilen ideallerle kaçışları, halının altında birike birike halıyı kabartan ancak asla konuşulmayan o aile yadigarı acıların izlerini izliyoruz. Plana dahil olmayan bir sorundan açılan Pandora’nın Kutusunun nasıl da sorunlu hayatlarımıza gebe olduğunu izlediğimiz bu filmi bir aile albümüne bakar gibi izledik sanırım.