Bütün sanat dallarında olduğu gibi, sinema ilkeleri açısından da bir tek seçenek vardır. O da, Camus’nün dediği gibi, sanatçının aktüaliteye başkaldırısıdır”.[1] Sinemasız bir dünyada yaşasaydı, yapacağı şey yine “sinema” olurdu Michelangelo Antonioni’nin… Yüzyıllardır doğal dünyadaki düzenden kaynaklanan mevcut sanat formundan kaçınıp, kendi sanatı yenileyen Antonioni, en çok kafa yorduğu ve en özel hissettiği filmi “L’Avventura-Macera” ile beraber, daha önce kendisinin de çektiği filmlerin klasik dramatürjisine sırt çevirir. Cardullo’ya göre (2011), günümüzdeki pek çok sanatçının kendi alanında ya da başka alanlarda arayışına girdiği fakat çoğunlukla başarılı olamadığı şey, kendi hayatını canlandırırken sanat hayatını da canlandırıp, o sanatın içinde bir hayat sürdürmektir. Sanatsal ve entelektüel yolculuğunda, orta sınıf içindeki geçmişi Antonioni’yi hiç yalnız bırakmamıştır. Yaşadığı çatışmalara, duygusal ya da psikolojik sorunlara eğilim göstermesine en çok katkı sağlayan şey, geçmişindeki “gizli hazine”sidir. Antonioni’nin karakterleri, bireysel yalnızlık içinde yol alırlar. Sosyal etkileşime rağmen yaşanılan bu yalnızlık, kendi çevrelerinde ‘yabancılaşma’ üzerine kurulur. Modern sofistike bilincin yol açtığı parçalanmalar, Antonioni’nin sinemasında hiç eksik olmaz.
Antonioni, 1962 Cannes Film Festivali’nde yaptığı konuşmada, modern bireyi zenginlik ve hazzın yapay görüntüsüne rağmen umutsuz ve yalnız olarak niteler ve bu durumu ‘bütün duyguların tutulması’ olarak adlandırır. Antonioni, filmlerini beyniyle ya da duygularıyla yapmaktan ziyade içgüdüsel olarak yaptığı duygusunu taşır. Labarthè ile yaptığı söyleşide (1960), “bir sinema yazarı bir romanda, bir haberde ya da kendi hayal dünyasında ne bulursa bulsun, önemli olan onun bulunduğu şeyi sınırlandırma, korunaklı hale getirme, biçimlendirme ve kendine mal etme şeklidir” der ve ekler: “Suç ve Ceza’nın hikâyesi, Dostoyevski’nin ona verdiği biçim olmasa, vasat bir hikâyedir.”
Antonioni’nin “yönetmenlik” üzerine düşünceleri seyrek olarak gördüğü rüyalarındaki renklerin yansıması şeklinde filmlerinde yer almaktadır. Onun için renkler oldukça önemlidir. Öyle ki, bir insanın yüzünde ilk dikkatini çeken şey onun rengidir. Antonioni sineması, aynı konu üzerinde çeşitlilikler üzerine kuruludur. Yönetmenin en beğendiği tema, “Çığlık” filmindeki karakterlerinin önceki filmlerindekinin aksine kendi başarısızlıklarını ve karşılaştıklarını sessiz sedasız kabul etme eğiliminde olmazlar, mutsuzluklarını tersine döndürmeye çalışırlar. ‘Çığlık’ta görülen dümdüz ovanın ortasında sakin ve şirin bir şehir olan Ferrara’da doğar Antonioni… Bologna Üniversitesi’ni bitirir ve tiyatroyla ilgilenir. Pirandello’yu, Ibsen’i ve kendi yazdığı oyunları sahnelemiştir. İlk kez bir kamera karşısına geçtiğinde, bir tımarhanededir. Gerçek hastalarla çekilecek bir belgesel çekilecektir. İlk çekim sırasında oldukça uysal gördüğü hastaların sonlara doğru ışıkların açılıp kapatılmasıyla yarı karanlıkta yere kapanıp acı içinde kıvranan bedenlere tanıklık eder. Roma’da bulunduğu sıralarda, karnını doyurmakta zorlanır. Hatta bir seferinde bir parça et çaldığını anlatır. Tabii, bunu söylerken kesinlikle utanmadığını da belirtir. “Cinema” dergisinin editörlüğünü yapan Antonioni, “Bir Pilot Dönüyor” filminde Rosselli’nin asistanlığını yapmak üzere Fransa’ya gider. Film sonrası tekrar İtalya’ya döner. Fransa’da kalsa meslek hayatının farklı bir seyir süreceğini tebessüm içinde hatırlar.
Savaş sonrası, “Po Nehri İnsanları”nın çekimlerini gerçekleştirmeyi başaran Antonioni, bu filmi “Yeni Gerçekçi” filmlerin öncüsü olarak görür. Belgesel yönetmenlerinin mekânlara, nesnelere, sanat eserlerine yoğunlaştığını öne sürer. Oysa onun filmi denizciler, balıkçılar ve gündelik hayat üzerine konu edilir. Çocukluğunda arkadaşlarıyla birlikte Po’ya yüzmeye giden Antonioni, “barconi” denilen devasa ırmak teknelerini izler, akıntıya karşı insanların geçimini kazandığı bu teknelerde onların ailelerini, tavuklarını, yıkadıkları çamaşırları asmalarını seyrettiğini söyler. Zenginliğin adaletsiz dağıtıldığı onlardan öğrenerek bu belgeseli çektiğini söyler. Tüm bunları yaparken, oyuncuların kendi yönetmenlerinin kendileri haline gelmesinden uzak durur. Antonioni, çalışmalarında en küçük ayrıntılara bile dikkat eder. Hiçbir şeyi şansa bırakmamasını, “bir sanat çalışmasında hiçbir şey tesadüf sonucunda ortaya çıkmaz” sözü ile açıklar.
Orta sınıfla ilgili filmler yapar, çünkü en iyi tanıdığı sınıftır. Herhangi bir sinema okulunda eğitim almayan Antonioni, kendini içgüdülerine ve duygularına teslim eder. Brecht’in dediği gibi kendini ifade ederken öznel doğasını ve düşüncesini değiştirdiğine inanır: “Ben söylemek istediklerimi değil, söyleyebildiklerimi söylüyorum.” Ne olursa olsun, kelimelerin değil görüntülerin adamı olduğuna inanır. Teleolojik çerçeve ile kuşatılmış bir toplum içerisinde, politikanın olabildiğince bireyi temellediği bir çağda, Antonioni, Özgün adı “La Notte” olan filminde geçen (Gece, 1961) “hayat, ancak ürettiğin şeylerle var olur” sözüne sıkı bir şekilde sarılarak, sanatsal ve entelektüel üretimini aktüaliteye başkaldırarak gerçekleştirmiştir.
[1] “Michelangelo Antonioni: Interviews” Der.: Bert Cardullo. Söyleşi: Andre Labarthè, 1960. Çev: Selim Özgül