“Günün birinde ermiş, rüyasında kelebek olduğunu görmüş. Uyandığında kafası karışmış. Kendi kendine şöyle demiş: ‘Ben mi rüyamda kelebek olduğumu gördüm yoksa kelebek mi rüyasında ben olduğunu gördü?’”
Sahi, şiir nesidir hayatın? Peki aşk nesidir şiirin? Yahut acı nesi oluyor şiirin? Biz mi rüyamızda kelebeğiz yoksa bir kelebeğin rüyasında mıyız? Kim bilir,
“Belki bir kelebek o kadar memnun ki rüyasından
Uyanmak istemiyor uykusundan…”
Hadi bu kelebeğin rüyasına bir göz atalım:
O dönem Zonguldak vilayetine bağlı tüm köylerde 15-65 yaş arası erkek vatandaşlar maden ocaklarında çalışmakla mükelleftir. Aynı zamanda Avrupa’da çıkmaya yüz tutmuş 2. Dünya Harbinin nidaları duyulmaktadır. Behçet Necatigil (Yılmaz Erdoğan) şiirleri Varlık dergisinin ilk sayfalarında yayımlanırken, öğrencileri Rüştü Onur (Mert Fırat) ve Muzaffer Tayyip Uslu (Kıvanç Tatlıluğ) kanları deli akan iki şairdir. Tek dilekleri dergide şiirlerinin yayımlanması, daha çok insan tarafından hatırlanmak ve belki biraz para kazanmaktır.
Yine bir gün belki de ilham aradıkları bir ana denk gelen zengin bir aile kızı olan Suzan’ı görürler ve bir iddiaya tutuşurlar. Kıza şiir yazacaklardır çünkü Rüştü’nün tabiriyle “en güzel kızın bir şiirlik canı vardır” ve kim kazanırsa bir diğerinin hayali altın uçlu kalemi veya hayali altın köstekli saati diğerinin olacaktır. Hayalidir evet, olmazları oldu kabul eden bu iki şairin minik dünyasında her şey mümkündür.
Muzaffer emindir kendinden, onun yazacağı şiiri seçilecektir. Öyle ki Rüştü’ye: kız şiirden anlıyorsa beni seçer, anlamıyorsa zaten senin olsun, der. Ta ki Suzan ile tanışana dek. Suzan ile gerçek manada tanışınca ona kaptırır yüreğini. Ancak Suzan, ilk tanışmalarında sıkmaz ellerini, veremdir çünkü Rüştü ve Muzaffer. Bu el sıkmama sahnesi filmin en güzel repliklerinden birini koyar ortaya:
-O kıza şiir yazılmaz.
-Niye?
-Elini sıkmadı senin.
-Korktu, herkes gibi.
-Herkes gibi olana şiir yazılır mı?
-Biz kıza şiir yazmayacağız ki, kız bahanemiz. Aşk, bahanesidir şiirin.
Yine bir gün sokakta tekrar karşılaştıklarında Suzan ile Muzaffer, Muzaffer tersler bu defa onu. Necatigil, “neden kötü davrandın kıza” diye sorduğunda çok manidar cevabını verir: “İnsanoğlu hocam, iyi davranınca çabuk unutuyor.”
Günler geçmektedir, iki hasta şair ve Suzan yakın arkadaş olurlar. Rüştü’nün yazdığı piyeste oynamak üzere hazırlanırlar. Piyesin konusu sevgilisi madene indiği için erkek kılığına girip madene inen sevgilisi üzerine yazılmıştır. Piyes bitmeden Suzan’ın babası kızının iki veremliyle arkadaş olmasına şiddetle karşı çıkarak görüşmelerini yasaklar. Bu sıralar hastalığının zirvesini yaşayan Rüştü ise İstanbul’da özel bir hastaneye kabul edilir ve vedalaşır dostuyla. Gittiği hastane oldukça prestijlidir, onlarca daktilo ve çok lezzetli yemekler vardır. Bir de Mediha vardır. Rüştü’nın aşık olduğu, ileride evleneceği Mediha…
Bu sıralar Muzaffer ise Suzan ile gizlice görüşmeye başlar ve Suzan’ın en büyük hayali olan madene erkek kılığına girerek girme arzusunu gerçekleştirmek üzere plan kurarlar ve üstelik gerçekleştirirler. Her şey kusursuz ilerliyordur, ta ki madende ETÜV’ün madenciler için yaptığı temizlik kontrolüne dek. Yakalanırlar ve Suzan babasından tokat yer, Muzaffer ise ömrü boyunca yemediği dayağı. Bu veremini tetikleyen son nokta olur ve İstanbul’a, kadim dostunun yanına gider.
Çok kalamazlar hastanede çünkü Mediha taburcu olacaktır. Sevdiğinin peşinden hastaneden kaçan Rüştü’yü Muzaffer’de yalnız bırakmaz. Şiirleri de yayımlanır dergide, Muzaffer’in yayımlanan şiiri: Bir güzele güzelliğini hatırlatmak isterdim, aynalardan evvel, olur. Aynı zamanda Suzan’da, İstanbul’da okumaya başladığından Muzafferle görüşürler. Ve Suzan, seçtiği şiiri orada söyler: şiir Rüştü’nün şiiridir. Muzaffer üzülmez buna, “acı, bahanesidir şirin”, der.
Mediha, Rüştü ile evlendikten kısa süre sonra hastalığına yenik düşüp son nefesini verir, Rüştü kaldıramaz bunu, “Senin varlığın her şeyin tam manasıyla kötü olmasına mani oluyor. Yoksa senden başka her şey kötü be karıcığım.” dediği kadın yoktur neticede. Kapanır odasına, bir tek Muzaffer’i alır yanına. Kağıtlara, duvarlara şiir yazarlar. Ağlar yazarlar, içer yazarlar. Hep yazarlar… Şiir, bahanesidir hayatın, derler; yazarlar:
Tanrım açamadık içimizi
Arık buluşmak mahşere kaldı.
Ne yelken ne gemi var limanda
Kaçmak bir uzun sefere kaldı.
Mercan bir sahildeymiş gemiler
Bulmak kasvetli günlere kaldı.
Karısının ölümünden beş gün sonra vefat eder Rüştü de. Birkaç yıl sonra ise Muzaffer takip eder onları ve son bulur kısacık ömürlerini hatırlanmak üzere kuran iki dostun filmi ve yüreğe dokunan dizeleri…
“Diyecekler ki arkamdan
Ben öldükten sonra
O, yalnız şiir yazardı
Ve yağmurlu gecelerde
Elleri cebinde gezerdi
Yazık diyecek
Hatıra defterimi okuyan
Ne talihsiz adammış
İmanı gevremiş parasızlıktan.”
Kelebeğin Rüyası, unutulan nice şairleri anlatır, zamanın yüceliğinde kaybolan nice güzel cümleyi hatırlatır. Film boyunca dönemin ruhuna, erken Cumhuriyetin halka etkisine, Dünya Savaşının yankılarına şahit olmanız bir yana; şiir yürekli iki adamın naifliğinin mimiklerinden, duruşlarından, tavırlarından nasıl anlaşılabileceğini en güzel biçimde gösteren iki dev oyuncunun şölenine doyuyorsunuz. Hafif kambur duruşu, sık sık baş parmağını ağzına götürüşü, nadir gülüşü, dostuna sadakatiyle hayran kaldığımız Muzaffer Tayyip Uslu bir yana; tok sesi, hastalığını ciğerimizde hissettiren, gördüğü her şeye şiir yazabilen yaratıcı Rüştü Onur bir yana, öğrencileri iyileşsin diye imkanlarını seferber eden, onları teşekkür edecekleri zaman bile “teşekkür etme, yalnızca yaz” diye teşvik eden Behçet Hoca diğer yana…
Derbeder hayatlarında savruldukları her yanda bir parça fütursuzluk, bir parça gözyaşı, bir parça umut, bir kalem, bir kağıt, daima şiirle yaşayan iki adamın hikayesini sizin de hatırlamanız, onlar gibi nice güzel insanın unutulmak üzere olduğunuzu bilmeniz dileğiyle:
“Güzel olan yaşadığımızdır
Bir gün öleceğimiz değil.”
-Muzaffer Tayyip Uslu
Şiirle kalın…