71. Cannes Film Festivali’nde adaylığı olması şaşırtmayan, dünyanın Türkiye’den beklediği taşra filmi olgusunu karşılayan ve dakikalarca ayakta alkışlanan Ahlat Ağacı, Nuri Bilge Ceylan’ın son filmidir. Film adeta canlı bir tablo izliyormuşsunuz izlenimi verirken görselliğin yanında konusu bakımından oldukça sıradan kaldığını düşünmekteyim. Her toplumsal konuya az da olsa değinmeye çalışması ve bunları belli bir çerçevede toplamaya çalışması filmin akışını bozmaktadır ve izleyicinin ilgisini kaybetmektedir.

Film üniversiteyi bitirip memleketine dönen Sinan’ın yazdığı kitabı basma çabalarını, onun kendi iç dünyasında ve dış çevresinde yaşadıklarını anlatmaktadır. Özünde Sinan’ın varoluş kaygısını izlemekteyiz. Film’de geçen belirli sahneler ekseninde konuyu ve yorumlarımı biraz daha açacağım.

Bu buhran içinde dönüp dolaşan ana karakterimizin ana gayesi kitabını bastırmaktır. Bu yolculuğunda uğradığı her kapının aslında belli bir Türkiye gerçekliğini yansıttığını görmekteyiz. Benim filmde ilk olarak dikkatimi çeken kısım Sinan’ın Kumcu İlhami ile sohbetidir. Belediye bu kitabı tabiri caizse Sinan’ın iç dünyasının eseri özgün felsefi bir yapıt olduğundan istenilen değerleri yansıtmıyor diye fonlayamayacağını söylediğinde onu Kumcu İlhami’ye gönderiyor. Kumcu İlhami’nin bu tarz eserlere değer veren iyi bir okur olduğundan bahsediyor fakat görüyoruz ki Sinan İlhami’nin ofisine geldiğinde kütüphanesindeki birkaç kült eser dışında bir şey yok. Okumuş ile okumamışın arasındaki bu ezik çatışma aslında bir bakıma çok da komik. İlhami’nin okumuş arkadaşlarına iş verdim ben, okumamış olsam da sizden çok kazandım ben tarzı cümleleri ile bir taşralı eğitimsizin ezilmiş benliği altında çırpınarak su üstüne çıkmaya çalışmasını ve ego savaşını görmekteyiz. Bunun yanında yanlış anlaşılmalar üstüne kurulu bu sohbette bir taşralı vatandaşın kendi öz ülke değerlerini kabul ettirip onlarla bir benlik inşa etmeye çalıştığını görmekteyiz. Sinan farklı mıdır? Aslında o da farklı olma istenci üzerinden kendine bir benlik inşa etmeye çalışmaktadır. Entelektüel olduğunu sanan karakterimizin aslında yarım yamalak bilgilerle kendini kanıtlama çabası hakimdir filmde. Yazar Süleyman ile konuşması da aslında bu entel olduğunu sanma davasına bir örnektir. Rahatsız oldum özellikle bu sahneyi izlerken, Doğu Demirkol’un sünepe tipi ile birleşen o şivelerin içinde kaybolan taşralının benliğini terk etme çabasını gerçekten bilmiş olan birinden çıkarmaya çalışması gayet güzel bir Türkiye toplumu profili çiziyor. Böyle değil mi zaten? Topluma ayak uyduramayan onun karşısına geçer ve azıcık bilgisiyle bir şeyler anlatmaya çalışır. Halbuki sussak, bildiğimiz kadar konuşsak, kendimize saklasak bazı şeyleri. Görmemişin acısıdır bu. Bu kadar yanıyorsanız, bu kadar utanıyorsanız, acıyorsa canınız; bağırmayın, öğrenin, naifçe konuşun naçizane tavsiyemle. Filmin bana verdiği bu düşündürücü etki biraz da olsa içimdeki ateşe su serpti.

Aslında tamamına baktığımda filmde Ahlat Ağacı metaforunun gayet güzel yedirildiğini görmekteyim ancak bu çok da sıradan bir seçimdir. ‘’Filme adını veren, yaban armudu, gelinboğan gibi isimlerle de bilinen yamuk yumuk, şekilsiz ahlat ağacı; yetim bir çocuk gibi, yalnız, yabansı, uyumsuz, kurak alanlarda kendiliğinden yetişen bir ağaç olarak bilinir. Ahlat ağacına atfedilen uyumsuz, yalnız, yabansı olma, yetiştiği arazilerde hayata tutunma ve var-kalma çabası özellikleri filmde, başta Sinan olmak üzere ana karakterlerin sembolik ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır.’’ diye belirtir Harun M. Töle makalesinde. Gerçekten de öyledir. Sinan’ın bu aykırılığı, yalnızlığı, var olma çabası, sürekli olarak film boyunca karşımıza çıkar. Sinan’ın temel kaygısını anlamak zor değildir. Babasına dönüşmek istememektir aslında tüm problemi. Babası eskiden saygın bir öğretmenken şimdi kumarda gününü gün eden vurdumduymaz bir adama dönüşmüştür. Ne hikmet ki o da öğretmen olmuştur ama bunu bir türlü kabullenemez aynaya-yani babasına, dönüşmekten korktuğu adama- bakarken belli iç buhranlar ve varoluşsal kaygılar geçirir. Fakat Sinan’ın bir farkı da babam gibi olmayacağım derken kendinin de bir taşralı olduğunu unutmasıdır. Tahsilini tamamlayınca piştiğini sanan, köylüyü sürekli cahil belleyip yerme halinde olan özellikle Hatice ile konuşması sırasında okumak istemeyen insanın cahil olduğunu, önemsiz olduğunu vurgulaması onun ne kadar da özünden tiksindiğini bize göstermektedir. Hatta filmin sonuna kadar köyüne dönmek bile istemez.

Son olarak kuyu metaforuna da değinmeden geçemeyeceğim. Herkes zaten anlamıştır o son sahnedeki asılma olayı ile onun gerçek olmayıp kuyuyu kazmaya devam edişinin nedenini. Sinan kitabını sonunda basar ama kimseden hakkettiği değeri görmez. Sonunda onu tek okuyanın babası olduğunu görünce onda bir şeyler değişir, aslında babası değil kendisi okumuştur onu. Babasına yani kendine olan savaşı bitmiştir. Bunu da asılma olayı ile göstermiştir Nuri Bilge Ceylan bize. Ama aslında kuyuyu kazmaya devam etmesi onun artık kendine babasına inandığını ve değişimin gelebileceğini göstermesidir.

Evet, durağan bir film, diyaloglar az da olsa klişe, ama yine de böylesine sıradan bir konuyu, görsel şölenlerle toparlayıp bir bütün halinde izleyici ile buluşturan Nuri Bilge Ceylan’ın ve onunla senaryo da çalışan Akın Aksu ve Ebru Ceylan’ın bireysel ve toplumsal yöndeki eleştirel diyaloglarıyla tamamladığı senaryosunda, bizi yer yer düşündürtmesinin hakkını yememek gerek.

Toplum umursamaz, toplum yargılar, toplumun kalıpları vardır ama siz bunlardan ve kendinizden sıyrılmak istiyorsanız acele etmeyin, sıkışmayın, bilerek, anlayarak konuşup ilerleyin. Bilinenden gitmek ya da bildiğini sanarak konuşmak sizi yüceltmez sadece hayat içinde kaybolmanıza sebep verir.