Fransız Yeni Dalga Sineması, sinema tarihine getirdiği solukla şüphesiz yeni bir tat kattı. Bu asi ve örgütsüz akımla birlikte tabular yıkıldı ve herbir sinema ürününün biricik olduğu savunuldu. Zaman içerisinde evrensel bir başkaldırı haline geldi ve dünya sinemasını monotonluğu yıkan ve kurgu dinamiğine sahip olmayan tarzıyla etkiledi. Fransız yeni dalgası deyince akla gelen ilk isimlerinden olan yönetmen Jean-Luc Godard’ın 12 sekanstan oluşan Vivre Sa Vie (1962) filmi de yeni dalganın mihenk taşlarından biridir. Konusundan ayrı olarak teknik açıdan irdelediğimizde izleyiciye bunun sadece bir film olduğunu, bilinçli teknik hatalarıyla gösteren Godard, jump-cut dediğimiz atlamalı kurguyla da akımın hakkını vermiştir, kafede oturma sahnesinde gelen silah sesleri bunun net örneğidir.

Filmi gözlerinden izlediğimiz Nana başkarakterimizdir,olaylar onun etrafında döner. Gözlerinden izlediğimiz diyorum çünkü bu role hayat veren Anna Karina bakışlarıyla duygu yoğunluğunu izleyiciye dolup taşırarak verir. Godard’ın kullandığı ışık tekniğinin de bunda payı büyüktür. Nana, hayatı ve bir insanın kalp ritimlerine heyecan katan, yaşama bağlayan hayalleri ipotekli genç bir kadındır. İpotekli diyorum çünkü hayallerine,olmak istediği kadın imajına el konulmuş, sanki haczedilmiştir. Sinema oyuncusu olma hayalleri vardır ama o evli ve çocuk sahibidir. ‘Kadın’ a yakışan,yakıştırılan rolüne bürünmüş ve sinema oyuncusu olma fikri rafa kalkmış eş ve annelik rolüne bürünmüştür. Tıpkı film başlarken gösterilen Montaigne sözü gibi ‘’Her şeyini başkalarıyla paylaşsan da özünü kendine sakla.’’ Anna özünü, hayallerini o kadar saklamıştır ki kendinden bile sakınmıştır. Fakat bu sakınma uzun sürmez ve oyunculuk hayalinin berdevam olduğunu fark eder, eşinden ayrılır, çocuğundan vazgeçer.Hayalleri ve  olmak istediği kişi fikri galebe çalar. Ayrılma konuşması yaptığı sekansta eşiyle sırtları birbirine dönüktür, yüzlerine bakmazlar ne de olsa artık iki yabancıdırlar belki de hep yabancıydılar.

Nana tek başına çıktığı hayal yolculuğunda fazlasıyla badire atlatır, sinema salonlarında hayranlık yaratan bir oyuncu olmak isterken kendini bir fahişe olarak bulur. Fakat içindeki enerjik,tutkulu Nana’yı kaybetmez, her ne kadar bambaşka biri olsa da o unutulmaz tiradında dediği gibi ’’Bence yaptığımız her şey bizim sorumluluğumuzda, özgürüz çünkü. Elimi kaldırıyorum, ben sorumluyum. Başımı çeviriyorum, ben sorumluyum. Sigara içiyorum, ben sorumluyum. Üzgünüm; ben sorumluyum. Bazen sorumluluğu unutsam da hayat bu. Ve özgürlükten kaçış yok. Hayatın tadını çıkaracaksın bu durumda. Ne de olsa sonunda her şey olacağına varıyor. Mesaj mesajdır, tabak tabaktır, erkek erkektir. Ve hayat, hayattır.’’ Her şeye rağmen kendisinin peşinden koşmuş, yaptıklarının hatalarının sorumluluğunu alabilmiş, başına gelenlerden dolayı kimseyi suçlamamıştır. ‘’Özgürlüğü giden yolda her şey mubahtır.’’ demiş ve netameli bir hayata adım atmıştır.

Nana’ nın özgürlüğüne düşkün, kendiyle barışık bu yaşam tarzı bana kültürel feminist geleneğini ilk başlatan kadın Margaret Fuller’in düşüncelerini anımsattı. Fuller der ki, her birey farklı, özgün bir tohum gibidir. Bir tohum nasıl kendi içinde barındırdığı enerjiyle kendisi gibi olacaksa ve dışarıdan gelen baskılar onu yolundan çevirmeyecekse kadın da o tohum gibi olmalı, içinden geleni yaparak kendini belirlemeli ve yalnızlığı de tercih edebilmelidir. Anna da tıpkı Fuller’in dediği gibi içinden geleni yapmış ama kalabalıklar arasındaki yalnızlığa mahkum edilmiştir.

Godard’ın bu şiirsel bir o kadar da derin senaryoya sahip filminin vurucu müziğine de değinmeden edemeyeceğim. Bana göre görsellik bir filmin makyajıysa soundtrackleri de takılarıdır. Fransız film müzikleri bestecisi, üç Oscar ödüllü Michel Legrand bunun hakkını fazlasıyla vermiştir.

Uyumlar içindeki Vivre Sa Vie filmini hayatımın başköşesine şüphe duymadan koydum ve siyah-beyaz şiirsel bir yolculuğa çıkmak isteyenlere tereddütsüz öneririm…