İşte bir kez daha sinema sanatının gücü… Barbara, Phoenix, Transit gibi filmlerini ilgiyle izlediğimiz, gitgide çıtayı yükselten Christian Petzold’un bana kalırsa en muhteşem filmi olmuş Undine…

Undine, Alman mitolojisinde orman içi göllerde yaşayan bir su perisi ve ölümsüz. Ancak bir erkekle evlenirse ölümlü olan ama o erkek tarafından terk edilirse de o erkeği öldüren bir su perisi bu. Dünyaya adım atıp defalarca hüsrana uğramış bir su perisi yani… Gerçi bu miti bilmeseniz ne gam. Petzold, mitolojide ve masallarda gerçek hayatla kurulan saydam ama güçlü bağların çok iyi ayırdında o yüzden ki tüm masalsılığın ardında capcanlı, gerçekçi bir aşk hikayesi yaratmış.

Hakiki, ölümsüz aşkın peşinden gidenlerin, hiçbir zaman ulaşamayacağı belki bir hayal(et)in peşinden gidenlerin, ama ne olursa olsun bir ruhun tadabileceği en kutsal duygunun peşinden gidenlerin, “sevmenin ve sevilmenin” peşinden gidenlerin filmini yapmış. Undine kentin mimarisine ilişkin seminerler veren bir sanat tarihçisi ve aşık olduğu adam Christoph ise bir dalgıç, bir de onu çok kısa süre önce düş kırıklığına uğratan bir önceki aşkı Johannes var. Johannes tarafından terk edilen Undine acı içinde bir akvaryumun önünde durur ve adeta akvaryumun içinden bir ses Undine diye onu çağırır. Undine aşktan ümidini kesip alegorik anlamda sulara mı dönecektir, yoksa hiç beklemediği anda yine aşk onu bulacak mıdır? Biraz öyle olur ve dinleyicilerinden Christoph o an karşısına çıkar ve yanlışlıkla çarptığı akvaryum kırılır ve Christoph ile Undine suların altında kalırlar.

Ondan sonrası son derece tutkulu bir aşktır. Ama diğer yandan Undine, Johannes’i tam olarak unutabilmiş midir? Johannnes’i tam olarak unutamamışsa Christoph’a karşı samimi olması gerekmez mi? Ve işte buradan sonra belki de en masum insani zaafların, duyguların geçişkenliğinin ve bir noktada aşkın imkansızın sınırlarında gezinen halinin tek cevabı olmayan portresi bize sunulur. Dediğini yapıp Johannes’i öldüren Undine, sulara döner, bir tür hayalete dönüşür. Ve bu olay suyun altında uzun süre oksijensiz kalıp beyin ölümü gerçekleşen Christoph’un yaşama dönmesiyle sonuçlanır.

Ve Petzold tüm bunları gayet kısa süre içerisinde hiçbir objeyi, hiçbir ayrıntıyı es geçmeden perdeye yansıtır. Berlin’i de arka fona yerleştirerek… En başta Sebastian Bach’ın Adagio BWV 974’ü ve kısmen de Allesandro Marcello’nun Obeo Concerto’sunun bir filmin dokusuna bu kadar uyum sağladığı nadir anlardan birini yaşatır Petzold ve elbette Christoph’u başarıyla yorumlayan Franz Rogowski ve Undine’yi mükemmel yorumlayan PaulaBeer’in katkısıyla. Hani şu melankolik güzel, yoksa artık Paula Beer’e aşk filmlerinin unutulmaz kadını mı demeli, en azından perdeye yansıttığı ruhuyla hayallerimizin kadını olduğu kesin.

Ve Undine’de gerçekten bir tür hayalin izdüşümünü canlandırıyor Paula Beer, önce François Ozon’un Frantz’ı, sonra Transit ve şimdi Undine’yle oyunculuğunu taçlandırıyor…Velhasıl az sayıda film izleyebildiğimiz şu tuhaf yılın en büyülü, en romantik, en güzel filmi Undine. Petzold da artık sinemanın devleri arasında…

İşte filmle bütünleşen Bach’ın o müthiş parçası: