Arjantinli öykü ve roman yazarı Guillermo Martínez’in “The Protective Mother” öyküsünden uyarlanan Netflix’in orijinal içeriği “The Son” filmi, İspanyol ressam Francisco Goya’nın “Çocuklarını Yiyen Satürn” tablosunu ve paranoya konusunu seyirciye aktaran bir film olma özelliği taşıyor. Başrolünü Arjantinli oyuncu Joaquin Furriel’in üstlendiği filmde, ressam Lorenzo’nun biyolog eşi Sigrid ve oğlu Henrik’le ilişkisi ve Lorenzo’nun hayatının Francisco Goya’nın tablosuyla bir “kader kesişmesi” yaşaması seyirciye aktarılıyor.

“Çocuklarını Yiyen Satürn!”

Filme geçmeden önce Francisco Goya’nın “Çocuklarını Yiyen Satürn” tablosunu hatırlayalım. Roma mitolojisi içerisinde büyük bir yer edinen Satürn (Yunan mitolojisinde Kronos), babası Uranüs (Uranos) gibi çocuklarından birinin onu devireceği ve onun yerine başa geçeceği kehanetiyle karşı karşıyadır. Bu kehanete karşılık Satürn, doğan tüm çocuklarını canlı canlı yemeye başlar. Satürn’ün eşi Ops (Rhea), iki oğlunu yiyen Satürn’e, oğlu Jüpiter (Zeus) yerine ona bir taş parçası verir ve Satürn taş parçasını oğlu zannederek yer. Yıllar geçer, kehanet gerçekleşir ve saklanan Jüpiter, babası Satürn’ü devirerek tahta oturur.

Francisco Goya’nın bu miti resmettiği tablo, onun içinde bulunduğu karanlık dönemleri yansıtan ve 14 resimden oluşan “Kara Resimler”in (Goya bu resimleri ilk önce evinin duvarlarına ardından da tuvale aktarır) en önemlilerinden birisidir. “Çocuklarını Yiyen Satürn” tablosunda, siyah arka plan üzerinde çocuklarından birinin kafasını ve bir kolunu yemiş, diğer kolunu ise yemeğe koyulan, beyaz, uzun saçlı ve kan içindeki Satürn yer alır. Ancak duvara işlenmiş ama tuvale aktarılmayan bir durum söz konusudur, bu durumu yazının sonunda ele alacağım.

The Son…

Şimdi filme geri dönebiliriz. Filmin ilk sahnelerinde dikkat çeken ilk detay, Goya’nın “Çocuklarını Yiyen Satürn” tablosu önünde sohbet eden Lorenzo ile eski arkadaşı Julieta’nın diyaloğu. Tablonun önündeki konuşma sırasında söylenen “Goya hayatımı mahvetti. Bir sürü insanın hayatını da…” sözleri, filmin tamamını özetleyecek bir nitelikte seyirciye aktarılıyor.

Filmin en önemli ikinci detayı ise, Lorenzo’nun “Aklın uykusu canavarlar yaratır” düşüncesiyle açtığı sergideki resimleri… Resimlerin ana temasını, matematiksel biyolojinin öncüsü D’Arcy Wentworth Thompson’ın matematiksel modellerle evrimi betimlediği logaritmik spiraller oluşturuyor. (Filmi şimdilik kısaca şöyle özetleyebiliriz: Lorenzo’nun hayatının resmettiği logaritmik spirallerden başlayıp Satürnleşmeye doğru giden süreci…)

Filmin odağında yer alan Lorenzo’nun başından daha önce bir evlilik geçmiş ve iki çocuğu olmuştur. Eşinden ayrılmasının ardından çocuklarını görmeyen Lorenzo, bir biyolog olan Sigrid’le beraber olmuş ve ondan bir bebek beklemektedir. Ancak bu bebek, onu bir paranoyaya sürükleyecektir. Öyle ki biyolog olan Sigrid, yaşadıkları evin bodrum katında düşük yapma ihtimaline karşılık kendisine ve bebeğe testler uygulamakta ve vücuduna iğneler yapmaktadır. Bu durum neticesinde Henrik’in doğduğu gün yaklaştıkça, Lorenzo ondan uzaklaştırıldığını düşünmektedir; çünkü çocuğu için boyadığı oda yeniden farklı boyanmış, çocuk için gelen Gudru(dadı) onun resim yaptığı yerlerden etmiş, o uykudayken Sigrid, kilitli bir odada Henrik’i doğurmuştur. Yaşanan bu olaylar karşısında Lorenzo, doğacak olan oğlu Henrik’in tehlikede olduğunu düşünecek ve harekete geçecektir. Bu süreç içerisinde Lorenzo, Henrik’i günde sadece 4 kere görmekte ve Henrik’in hiç dışarı çıkartılmamasına ve steril bir ortamda büyütülmesine karşı tepki göstermektedir.

Yeni doğan oğlu Henrik’i ateşi olduğu gerekçesiyle hastaneye kaçıran Lorenzo, “aile içi şiddet” nedeniyle polisler tarafından eve alınmaz. Olaylar karşısında aklını yitiren Lorenzo’ya doktorlar “Capgras Sendromu” teşhisi koyar, ancak Lorenzo bu duruma da karşı çıkar: “Ben değili değilim. Bunun kararını vermek size düşmüyor”

Evden uzaklaştırma cezası alan ve 3 ayın geçmesinin ardından evine dönen Lorenzo’nun dikkatini evin bodrumuna doğru uzanan büyük borular çeker ve bu durum da “tehlike” düşüncesini iyice artırır (Bu sırada Lorenzo, çocuğu olmayan Julieta ve eşinin ayarladığı dairede kalmaya başlar. Dairenin hemen hemen her yerinde logaritmik spiraller ve “Çocuklarını Yiyen Satürn” tasvirleri vardır). Uzun zaman sonra evine giren ve çocuğu Henrik’le karşılaşmayı uman Lorenzo, ona gösterilen çocuğun Henrik olmadığını fark eder ve bodrum katına çocuğunu aramaya iner. Bodrum katında yer alan odanın kapısını açamadan polis tarafından gözaltına alınır ve yeniden evden uzaklaştırma cezası alır.

Yaşanan olayların ardından Sigrid, eşi Lorenzo ile anlaşma yapmak istemektedir. Anlaşmanın içinde Henrik’i İskandinavya’ya götürme durumu da vardır. Lorenzo ilk başta bu anlaşmayı istemez ama daha sonra “ertesi gün oğunu görmek şartıyla” tüm her şeyi kabul edeceğini, imzalayacağını söyler. Ertesi gün Lorenzo çocuğunu alır, Julieta’nın evine gider. Çocuğu Julieta’ya bırakan Lorenzo, tuvalete gitme bahanesiyle evden kaçar ve soluğu Sigrid’in yanında, yani kendi evinde alır. Eve gizlice giren Lorenzo, bodrum katında gerçek çocuğuyla, yani Henrik’le karşılaşır. Henrik’in yanında Lorenzo’yu gören Sigrid, onu tüfekle öldürür ve Lorenzo’nun cesedi Julieta tarafından bulunur. Sigrid ise Gudru ve Henrik’le birlikte kaçar. 2 yıl sonra ise Lorenzo’nun bıraktığı çocukla ve eşiyle dolaşmaya çıkan Julieta, Gudru’yu yani dadıyı görür ve takip eder. Gudru’nun girdiği evin bodrumuna bakan Julieta, gerçek Henrik’i görür ve evlatlık edindiği çocuğun Lorenzo’nun değil bir başkasının çocuğu olduğunu anlar.

Paranoyanın Hezeyanı

Filmde Lorenzo’nun hayatının, Goya’nın tablosuyla ilişkili olduğu filmin başından itibaren seyirciye aktarılmaktadır. Bu ilişkilenme biçimi ise, paranoya üzerinden ilerlemektedir ve paranoyanın en belirgin özelliği de hezeyandır. Hezeyan yaşayan yaşayan paranoyak özne, kendisine eziyet yapıldığını ve Öteki tarafından haksızlığa uğradığını düşünür. Bu sebeple paranoyak öznenin kendisiyle ve diğerleriyle ilişkilenmesi hep sorunludur. Lorenzo da, doğmamış olan oğlu Henrik’e bir Öteki konumu atfetmiş ve bunun sonucunda yerinden yurdundan, konumundan edilmiştir. İmgesel ilişkilinin temelinde de yatan paranoya, burada Lorenzo’yu evrimsel bir meseleden, yani Henrik’in doğumundan alarak onu Satürnleşmeye giden yolu açmıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi, eziyet ve haksızlık Henrik üzerinden Henrik’le birlikte gelmektedir.

Resimlerinde logaritmik spiraller kullanan Lorenzo’nun meselesi kökenle ilgili bir meseledir. Çünkü hatırlanmalıdır ki, Ayna evresinde, benliğin kökeninde paranoya kök salmıştır. Burada da benliğin kendisi, ben’in ne olup ne olmadığını tanımlayan ve ötekiyle kökensel bir rekabete giren varlıktır, yani varlığın ta kendisidir. Filmde ise rekabeti ortaya çıkaran ve sarsan Henrik’tir, sarsılan ise Lorenzo’dur. İkisinin arasındaki ilişkide, daha genel söylersek ilişkiler söz konusu olduğunda paranoya, ilişkinin içinde sürekli yer almaktadır.

Satürn’ün ve Lorenzo’nun Saklı Gerçeği

“Çocuklarını Yiyen Satürn” tablosunda da filmde de kaçırılan nokta, cinsellik ve hezeyanla ilgili durumdur. Çünkü Goya, çocuğunu yiyen Satürn’ü evinin duvarına çizdiğinde, Satürn erekte olmuş bir haldedir, gücün, yemenin, iktidarın zevki buradadır. Ancak Goya, Satürn’ü tuvale taşırken bu erekteliğini siyah bir görüntünün altında bırakmıştır, bu durum diğer tasvirlerde de vardır. Siyahlığın altındaki gizem, Gerçek’in alanıdır.

Lorenzo’nun filmde saklanan ama film boyunca işlenen cinsellikle ilgili meselesi de, Satürn’ün durumuyla aynıdır. İki durumda da hatırlanmalıdır ki, jouissance, paranoyada Öteki’nin konumunu işgal etmektedir. Goya’da Satürn’ün erekte olmasının ve Goya tarafından erekteliğinin saklanmasının nedeni, Simgesel’de zevkin kaynağı çocukları olmasıdır, çocukları Öteki’nin konumundadır. Lorenzo’da ise bu jouissance’ın kaynağı Henrik’tir; yani bizim bile filmde gerçeğini görmediğimiz, sürekli yerine ikâme konulan ama onun etrafında olan, Lorenzo’nun bile perdenin altında gördüğüdür. Filmde, Lorenzo’yla birlikte seyirci de Henrik’in bir Öteki konumunda yer aldığını ve jouissance’ın o konumda olduğunu görmektedir. Ve Lorenzo’yla birlikte seyirci de -filmin en sonunda Julieta’nın Henrik’i gördüğü anda filmin bitmesiyle- bir hezeyan ve paranoya durumunun içinde yer almaktadır.