The Royal Tenenbaums; çocuklarıyla iletişimsiz bir babanın, ailesini toparlamaya çalışması ve dönüşümünün hikayesi. Filmdeki karakterlerin kimi hala çocuk, kimi bağımlı, kimi hayalci fakat hepsinin ortak noktası eksik olmalarından ibaret. Bu eksiklik ise çocukluktan kalma, tamamlanamamış hissini hayatlarının her anında yaşayan karakterler hepsi. Post-Modern’in başkentinde dağılmış bir aile, sanki bir tiyatro gibi…
Wes Anderson, filmlerinde pastel renkleri kullanan ve sahnelerin tüm detaylarını en ince ayrıntısına kadar düzenleyen bir yönetmen olarak öne çıkıyor. Kendine ait kamera açıları, renk tonlamaları ve ikonik karakterleri ile Anderson Rushmore filminden sonra en büyük sıçrayışını bu filmle yapıyor. Oldukça renkli bir dünyanın, birbirinden farklı karakterlerle süslenmiş dramatik hikayesini izliyoruz. 7 dahi çocuk ve hepsi de bu fazla zekadan muzdarip. Ve her biri de kendi özyıkım sürecinde, huzuru arıyorlar. Kimi bunu intiharla çözmeye çalışırken, kimi rahip olarak huzuru bulacağına inanan kardeşler. Tahta parmaklı elinden düşürmediği sigarası ve küt saçlarıyla Margot, giydikleri aynı kırmızı eşofman takımıyla iki oğlu ve babaları Chas, kafasındaki saç bandı ve büyük güneş gözlükleriyle Richie ve tüm bu kişilikleri bir ailede toplayarak mizah unsurunu filmin bir numarası haline getiren tarzıyla Anderson.
The Royal Tenenbaums, Anderson’un sinematografisini parçalanmış bir aile tablosuyla renkli şekilde sunulmaya çalışılan bir film. Hikâye her ne kadar hüzünlü olsa da gerek pastel renk seçimleri, gerekse de güldürü unsurlarıyla insanın yer yer yüzünde bir tebessüm bırakıyor. Film boyunca karakterler aynı kıyafetleri ya da aynı kıyafetlerin farklı hallerini giyiyor. Bunun sebebiyse Anderson’un, Tenenbaum ailesinin film ilerlerken en güzel günlerine takılı kaldıklarını anlatmak istemesi. Meşhur aile üyelerinin ikonik kıyafetleriyle de film, en stil sahibi filmler arasındaki yerini alıyor.
Anderson bir atmosfer yaratıcısı. O kadar ki, tarzı ne kadar farklı olsa onun filmlerini bir üsluptan yakalarsınız. Ve onun kusursuz simetrisini filmlerinin hemen her sahnesinde görebilirsiniz. Hayali sokak isimleri eşliğinde masalsı bir atmosfer yaratırken bize hep zamanın durduğu o anları hatırlatır gibidir. Hani hep takılı kaldığımız o anlar gibi.
Filmde aile kavramı çok güzel işlenmiş ve baba otoritesi sorgulanmış. Filmin hangi karesinde durdurursanız durdurun size gerek renk paleti gerek simetri bakımından görsel bir haz yaşatan ve yine çoğu Wes Anderson filmi gibi gerçek hayattan kesitleri olabilecek en sürreal bir biçimde sunan bir film. Müziklere gelirsem Elliott Smith’den Needle In The Hay, Nick Drake’dan Fly ve John Lennon’dan Look At Me… Aklımda kalan en güzel soundtracklerden.
Bu filmin biraz kıyıda köşede kalmasının nedeni bence karakterlerin hepsinin senin benim gibi insan olması. Yani kendilerinin de öykülerinin de kusurlu olması. Sivrilen bir karakter yok, kusursuz bir kahraman yok, kusursuz bir aşk hikayesi yok, kahkahalarla güldürecek bir şey yok, bir aksiyon yok, en önemlisi gerçekte mümkün olması zor olan bir öyküsü yok.