Abbas Kiarostami kendi fotoğrafik sahnelerini yazan, yapımcılığını yapan ve hatta kullanacağı materyalleri özenle seçen bir yönetmendir. Fotoğrafçılığıyla ön plana çıkan sanatçı, sinemayı görsel anlamda besleyen ve büyüten fotoğrafçılığı ‘sinemanın annesi’ olarak tanımlıyor. Fotoğrafçılık üzerine söylediği şu cümle tam anlamıyla bu sanata olan bakışını açıklıyor:”Şunu fark ettim ki, eğer bir çerçeve içinde değiller ise önümüze çıkan güzelliklere bakmak konusunda başarılı değiliz.”

Filmde; intihar etme kararı aldıktan sonra, parayla mezarına toprak atacak birisini bulmak için yola koyulan Badii’nin hikâyesi anlatılır. Filmin en başında aklımıza takılması gereken soru şudur ki, ölmeyi gerçekten kafasına koymuş bir adam nasıl olur da öldükten sonra üzerine örtülecek toprağın derdine düşer?

Temada mutsuzluğun, var olma ve yok olmanın kuvveti işlenir. Kiarostami’nin tozla kaplı kurak yolları seçmesi, yaşam ve ölüm arasındaki ironiyi kuvvetlendirir. Ölümüne koşmak isteyen bir adam ve durmadan dönen dünya, bitmek bilmeyen bir akış. İnsanlar, kamyonlar, yollar… Belki de sadece kalbine uzanacak bir el arayışından ibaretti her şey.

Badii’nin yolculuğu esnasında karşılaştığı Afgan ilahiyatçı ile konuşmaları bireyin yalnızlığını sorgulatır.

” İntiharın günah olduğunu biliyorum. Ama mutsuz olmakta büyük bir günahtır. Mutsuzken başkalarını incitirsiniz. Bu günah değil midir? Aileni incitiyorsun, arkadaşlarını. Kendini. Bu bir günah değil mi? Seni incitirsem, bu günah olmuyor da kendimi öldürürsem mi büyük günah işliyorum? “

Badii bu kez aracına bir askeri alır. Üst açıdan aracı takip eden kamera kullanımı Badii’nin arayışındaki çaresizliği vurgulamaktadır. Görüntüde bir askerin varlığının ilk çağrıştırdığı savunma ya da saldırı olabileceği gibi asker ile ilgili olarak silah, cesaret, savaş ve ölüm de çağrışım yolu ile zihinlerde canlanabilir. Bu yaklaşımla Badii’nin teklifini yapmak için tercih ettiği kişi olması oldukça anlamlı görünmektedir. Hayatla savaş mücadelesini sürdürmek için cesarete ihtiyacı olan Badii’nin ölüm düşüncesi bu askerin temsil ettiklerinde birleşmiş gibidir. Ama ondan da olumsuz bir cevap alan Badii araca geri dönerken askerin koşarak uzaklaşmasını, ardından da gökyüzünde birlikte özgürce uçan kuşları izler.

Asker kışlasına gitmek için kuşlar gibi özgür, Badii ise tek başına kalmıştır. Bu planda yönetmenin tercih ettiği çekim ile izleyici Badii’nin yalnızlığına şahit olur. Yalnızlık Badii’nin kararını değiştirmemiştir. Geldiği yere, kent merkezine doğru dönüş yoluna geçer. Bu sırada birden aracı durur. Bu beklenmedik küçük kazada ağaçlandırma çalışması yapan bir grup insan koşarak yardıma gelir. Badii yirmi kürek toprak atacak bir kişi bulamazken beklenmedik bir yerde karşılaştığı kazada yardım edecek birçok insanla karşılaşmış, destek almıştır. Hayatın sona erdirilmesine değil, devam ettirilmesine dair destek bulunabileceği kanaatini uyandırabilir.

Film süresince görüntü ve ifade arasında bir uyumdan bahsetmek mümkündür. İntihar ederek toprağa girmek isteği ile arayışta olan Badii metaforik olarak aracı ile toprakta kaybolmaktadır.

Sahneler ilerlerken arabanın içerisinde konuşmaya başlayan yaşlı Baheri ile karşılaşırız. Baheri’nin konuşmalarından anladığımız kadarıyla, Badii’nin isteğini gerçekleştirecek tek kişi odur ve işte asıl hikâye bundan sonra başlayacaktır. Baheri, Badii’nin zihninde yeni pencereler açar:

“… Kendmi öldürmeyi kafama koymuştum. Dut ağaçlarıyla dolu bir bahçeye vardım.  İpi bir ağaca doğru fırlattım ama tutturamadım. Bir kere iki kere denedim ama başaramadım. Ardından ağaca çıktım ve ipi sımsıkı düğümledim. Sonra elimin altında yumuşak bir şeyler hissettim dutlar! Lezzetli, tatlı dutlar. Birini yedim taze ve suluydu. Ardından bir ikincisini ve üçüncüsünü… Birdenbire güneşin dağların ardından yükseldiğinin farkına vardım. Ama ne güneş!  Ne manzara! Birdenbire okula giden çocukların seslerini duydum. Bana bakmak için durdular. Ağacı sallamamı istediler. Dutlar dallarından yere döküldü. Çocuklar yerken kendimi çok mutlu hissettim. Eve götürmek için biraz dut topladım. Karım hala uyuyordu. Uyandığı zaman o da dutlardan yedi. Çok hoşuma gitti. Kendimi öldürmek için evden ayrılmıştım. Dutlarla geri geldim. Bir dut hayatımı kurtardı. Sadece bir dut..

-Her şey düzeldi mi peki?

Hayır, her şey düzelmedi, ama ben değiştim. Böyle olunca elbet her şey değişmeye başladı. Çünkü düşüncelerim değişmişti.

Muhterem beyim hasta olan sizin düşünceleriniz. Sizde bir sorun yok bakış açınızı değiştirin. Dünya göründüğü gibi değildir. Bakış açınızı değiştirmelisiniz ki dünya değişsin.

Bütün umudunuzu mu kaybettiniz? Sabah uyandığınızda gökyüzüne baktınız mı hiç? Şafakta güneşin doğuşunu görmek istemez misiniz? Yıldızları görmeyi istemiyor musunuz? Dolunaylı geceyi, yeniden görmek istemez misiniz? Kirazların tadından vaz mı geçmek istiyorsunuz?”

İlk yarı boyunca insanın içini karartan, mezarı ve yolun sonunu anımsatan o  tozlu, topraklı sahnelere; ikinci yarıda doğanın umut vaat eden tarafları, yeşiller, oyun oynayan çocuklar, gün batımı ve gün doğumu da eşlik eder. Anlatılanlar Badiî Bey’i derinden etkiler. Ya ölmemiş olursa? Adıyla seslenmenin yanında, üzerine bir de taş atsın ister Baherî Bey’den, o da yetmez omuzlarından sarssın ister. Bu fark edilmek ve görülmek çabasıdır. Hatta en önemlisi yaşama tutunma çabasıdır.

Teklifi kabul eden öğretmenin bu teklifi ölmek üzere olan oğlunun tedavi masrafları için kabul etmesi hayat döngüsünü vurguluyor. Yani birilerin ölümü, birilerinin yaşamı..

Badii, ağır ağır ilerlerken yolda bir çift ile karşılaşır. Kadın, arkadaşı ile fotoğrafını çekmesini rica eder. Aracından inmeden onların fotoğrafını çeker. Fotoğraf  hayatın bir anından bir belge yaratmaktır. Fotoğraf karesinde yer alanlar metaforik olarak ölümsüzleşmişlerdir. Ancak Badii fotoğrafı çekmek için aracından inmemiştir. Kameranın aracın içinde konumlandırılmış olması Badii’nin hâlâ fikrini değiştirmediğini ifade eder. Badii bir çiftin hayatının bir anını dondurmuş, belgelenmesine yardımcı olmuştur. Birilerinin yardım isteğini geri çevirmemiştir. Tıpkı kendini asmak için çıktığı dut ağacını sallamasını isteyen çocukların yardım isteğini geri çevirmeyen adam gibi.

Badii bir sonraki planda evindedir. İzleyici evin içinde yanan ışıktan yansıyan onun gölgesini görmektedir. Pencere ikiye bölünmüştür. Pencerenin iki bölmesi arasında düşünceli bir şekilde gidip gelmektedir. Bir seçim yapması gerekiyordur. Çerçeve Badii’nin bu iç çatışmasını görsel olarak vurgulamaktadır. Kameranın evin içine girmemesi sadece dışarıdan çekim yapıyor olması da izleyicinin bu iç çatışma sırasında dışarda bırakılmış olduğu anlamını taşır.

Filmin son sahnelerinde Badii, ağacın yanına kazdığı mezarının içerisine gelir ve uzanır. Gökyüzüne bakıp dolunayı seyreder. Çakan şimşekle birden şehir aydınlanır. Gök gürültüsü duyuluyor olsa da yağmur başlamamıştır. Gök gürültüsünün hacimce bir ağırlığı yoktur. Suyun, toprağın dünyaya, ateşin, havanın ve dolayısıyla bu hava olayının öteki dünyaya, maneviyata ait simgeler olduğu kabul edilir. Bu yaklaşımla gök gürültüsü Badii’nin korkusunu ve umudunu ifade eder.  Fakat Badii’nin intihar edip etmediğini anlamayız. Bir anda sahneler değişir; yönetmen, kameraman ve oyuncular karşımızda, filmin çekildiği yerdedirler.

Abbas Kiarostami bizleri şaşırtan bu final ile hayatın kendisinin bir kurgu olduğunu tekrar tekrar hatırlatır bize. İzleyici kendi bakış açısıyla, kendine ait bir son yaratmakta özgürdür.

Film bitince insanın içinde boşluk hissi bırakıyor ya da sürekli başka şeylerle doldurulmaya çalıştığımız boşluğumuzu yüzümüze vuruyor. Bu film hayatın sırrının kalın kaplı kitaplarda değil, basit ve sade olanın içinde olduğunu abartısız sözlerle anlatmış.

*Son sahnede çalan enstrümantal şarkı ise Saint James Infirmary’dir.