“Eve yürürken yolda herkes bakışlarını benden kaçırdı. Sanki bir hastalığım varmış gibi. Sanki sokakta yürüyen bir hayalet gibiydim. Bir hayal ettim. Ne ben kimseyi görüyordum ne de kimse beni görüyordu. Ben berberdim.”

Bu sıradışı filmi izlemeye başladıktan çok kısa bir süre sonra işlenen Ed Crane karakterinin Albert Camus-Yabancı kitabında işlenen Meursault karakterine benzerliği oldukça dikkatimi çekti. Bu sebeple filmi daha iyi anlamak için önce biraz kitaptan, daha sonra da filmin yönetmenleri Coen Biraderler’den bahsetmek istiyorum.

1942’de basılan “Yabancı” kitabı Albert Camus’un ilk kitabı niteliğini taşımakla birlikte ona 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü kazandırdı. Bu denli ilgi çekmesinin bir sebebi de Camus’un “Saçma Felsefesi”ydi. Hayır yanlış anlamayın, saçma felsefesi değil, “Saçma Felsefesi”. Dilimize Absürdizm ve Anlamsızlık olarak da geçen bu düşünce sisteminde 3 önemli tema işlendi. Evrenin mantıksızlığı, buna bağlı olarak insan yaşamının anlamsızlığı ve dikkat odağının değişkenliği. Camus’a göre insanın dünyada yıllardır süregelen anlam arayışı gereksiz bir çabaydı. Çünkü insan ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir sonuca ulaşamayacaktı. Yaşadığımız dünyanın ve varoluşumuzun hiçbir anlamı yoktu. Her şeyin bir sebebi olmak zorunda değildi. Bazı şeyler anlamlandırılamayan biçimde sebepsiz de gerçekleşebilirdi. Tek anlamlı şey ölümdü. Bu anlam arayışına bir son verilip şu anı yaşamaya bakılmalıydı. Camus bu düşüncelerini Meursault karakteri üzerinden, bir yabancıüzerinden başarılı bir şekilde aktardı. Çevresindeki her şeye yabancılaşan Meursault; fazla konuşmuyor, annesinin ölümüne bile tepki vermiyor, hatta defnedileceği gün havanın sıcaklığı onu annesinin ölümünden daha çok rahatsız ediyordu. Eşi Marie’yle evlenmesi sadece Marie’nin isteği üzerine gerçekleşmişti. Bir başkası gelse de onun için fark etmezdi.

“Annemi elbette çok severdim; ama bu bir şey ifade etmezdi ki. Sağlıklı bütün insanlar, sevdiklerinin ölümünü az çok arzu etmiştir.”

Gelelim sinefil huysuzlar Coen Biraderler’e.  Büyük kardeş Joel Cohen gençliğinde sinema üzerine yoğunlaşırken, Ethan Coen Princeton Üniversitesi’nde felsefe bölümünü bitiriyor. Birlikte sinema sektörüne girişleri 1984’te “Blood Simple” ile gerçekleşiyor. The Man Who Wasn’t There filmi hakkında kitap uyarlaması olduğundan ya da Albert Camus’tan esinlendiklerinden bahsetmemişler fakat Ethan Coen’in felsefeyle haşır neşir olması ve ikilinin sinema tarzlarının da Camus’un düşünceleriyle birçok noktada uyuşması tezimi güçlendiriyor. Bağımsız film ekolünden gelen Coenler’in sinemasında absürdlük, kara mizah, şiddet ve tesadüfler ön plandadır. Uçuk olayları sakince anlatmayı tercih ederler ve bu durum da kendi içinde bir absürdlük yaratır. Filmlerinde zeki ana karakter görülmez, genelde saf kötüler yoktur. Çünkü hiç kimse tam anlamıyla iyi veya kötü olarak nitelendirilemez. Filmlerinin gidişatı tahmin edilemezdir. Bir anda gelişen anlamsız olaylara, şiddet sahnelerine çokça şahit oluruz. Bazen bu olayların bir nedeni yoktur. Filmlerini desadecekomedi filmi ya da suç filmi olarak nitelendirmek zordur. Ağırlıkları değişse de ikisini de barındırır. Çünkü burda da onlara göre siyah ya da beyaz yoktur. Hayat gridir.

Benim Coenler’le tanışmam “Fargo” dizisiyle oldu. Birinci sezondaki Lorne Malvo (Billy Bob Thornton) karakterine hayran olduktan sonra kendimi Billy Bob Thornton’unbaşrolü üstlendiği “The Man Who Wasn’t There” filminde buldum.

Biraz filmden bahsedelim. Aslında bu cümleyle bile Coenler Sineması’nı özetleyecek olabilirim: Ed Crane kuru temizlemeci olmak isteyen bir berber!Aslında normalliğe kaçan bir şekilde sıkıcı sayılabilecek bir karakter. Fakat o kadar normal ki, onu anormal olarak nitelendirmek daha doğru oluyor. Az konuşuyor, gülmüyor. Film boyunca onu donuk ifadesiyle görüyoruz. Kafası düz ve net çalışıyor. Zengin bir adamı dolandırırken çok daha fazla para koparma şansı varken, sadece kuru temizlemeci olmasına yetecek kadar para istiyor. Düşünmesi gereken o kadar çok şey varken, o saçların öldükten sonra bir süre daha uzamaya devam etmesinin ne kadar garip olduğunu düşünüyor. Eşiyle eşinin isteği üzerine evleniyor. Ölümlere tepki vermiyor. Normal bir insanın öfke krizi geçireceği anları umursamıyor bile. Her bakımdan uzakta, her şeye yabancı bir karakter. Bu yabancılığının da farkında.

“Bana bir aptalmışım gibi baktı ki, bu beni hiç rahatsız etmedi. Ve sanırım haklıydı da.”

Filmde olayların gidişatını kolay kolay tahmin edemiyoruz. Buralara nasıl geldik diye sorgularken düşündüğümüzde ise her şeyin sebebinin Ed Crane’nin kuru temizlemeci olmak istemesine bağlarken bir yandan da sırıtıyoruz.

Oyunculuklar oldukça doyurucuydu. Billy Bob Thornton Ed Crane karakterini izleyiciye inanılmaz geçirmiş. Etkileyici ses tonuyla bize sunduğu monologlar filmi sürüklemiş. Böylesine kayıp bir karakteri anlamak açısından monolog tekniğinin kullanılmasının da mantıklı ve güzel bir dil olduğunu düşünüyorum. Bunun yanında The Sopranos’dan tanıdığımız James Gandolfini, Tony Shalhoub ve Jon Polito’nun oyunculukları ve uçuk karakterleri de eşsizdi. Kadroda bir de sürpriz ismimiz var: Scarlett Johannsson. Filmde çok büyük yer kaplamasa da, sahnelerini gereksiz bulsam da gençlik halini görmek ilginçti.

Filmin en muhteşem yanlarından biri de bize sunduğu görüntüler. Görüntü yönetmenliği koltuğunda 2018’de Blade Runner 2049, 2020’de 1917 filmiyle En İyi Görüntü Yönetimi Oscar’ı kazanarak gündeme oturan; “Skyfall”, “Fargo”, “The Shawshank Redemption”, “How To Train Your Dragon” ve “A Beautiful Mind” gibi birçok filmin yönetmenliğini üstlenen usta Roger Deakins var. Bu filmde siyahbeyaz renk paleti tercih edilmiş. İlginçtir ki estetik gümüşi bir etki yaratmak için; siyahbeyaz çekilmek yerine önce 35mm kamerayla renkli çekilmiş, daha sonra siyah beyaza çevrilmiş. Kontrastlar ve ışık oyunları açısından çok başarılı bir siyah-beyaz filmdi diyebilirim. Hatta renkli olsaydı aynı tadı alır mıydım bilmiyorum. Roger Deakins bu konuda rengin bir görüntüyü ilgi çekici kılabileceğini, fakat bazen ruhunu öldürebileceğini söylüyor.

Kamera açısı bazen belli bir durumu anlatmak için bizi öznelerden uzaklaştırmış:

Kontrastlar, gölgeler ve ışıklar estetik biçimlerde kullanılmış:

Düşüncelerine hakim olmadığımız gerilim yaratan karakterin kafası gölgede bırakılmış:

Ağzı laf yapan sivri dilli avukatın ağız bölgesi aydınlıkta bırakılmış:

Sigara sahneleri zaman zaman izlemesi keyifli anlar yaratmış:

Çekimlerde sadece yatay geçiş değil, uygun sahnelerde (apartman benzeri dikey element içeren sahneler gibi) kesintisiz dikey geçiş kullanılarak olayın geçtiği lokasyon izleyiciye görsel dille aktarılmış:

Nesnesel bağlantı kullanılarak sahne geçişi sağlanmış:

Filmin kazandırdığı ödüller listesi de bir hayli kabarık. Cannes Film Festivali En İyi Yönetmen Ödülü, National Board of Review En İyi Erkek Oyuncu Ödülü, Satellite En İyi Görüntü Yönetimi Ödülü, BAFTA En İyi Görüntü Yönetimi Ödülü ve 4 ödül daha kazandırmış. Ağır tempolu izlemesi zor bir yapım olsa da, özgün karakterler sunmasıyla ve estetik görüntülerle izlenmesinin keyifliolacağını düşünüyorum. Zaman zaman siz de içinizdeki yabancıyı Ed Crane karakterinde görebilirsiniz. Filmde kitapla benzerlik gösteren birkaç olay daha vardı fakat seyir zevkini bozmamak adına bahsetmek istemedim. Eğer izlerseniz Ed Crane ve Meursault karakterlerini kıyaslamayı size bırakıyorum.

“Labirentten çıkmaya benziyor. Labirentteyken dikkatsizce dolanıp yönünü şaşırırsın ve çıkmaz yollara saparsın. Ama biraz ilerleyince de: “Benim hayatım neden böyle?” diye düşünürsünüz. Anlatmak zor. Ama hayatı bir bütün olarak görmek huzur verir.”