Bihter İşler: Bu soruları hazırlarken bir tema üzerinden gitmek yerine özgün sorular hazırlamayı tercih ettim. İlk sinema filmine hangi sinema salonunda ne zaman ve kiminle gitmiştiniz? Bu filmin sizin için önemini merak ediyorum.Bu film sizin üzerinizde nasıl bir etki bıraktı? Sizi etkiledi mi?

Derviş Zaim: Ailemle gitmişimdir muhtemelen. Doğduğum kentte, Gazimağusa’da iki sinema salonu vardı. Biri Taksim diğeri Şahin. Muhtemelen bu ikisinden birine gitmişizdir. Ama görsel açıdan şöyle bir şansım oldu benim. Doğduğumdan beri kendimi bildim bileli evde bir televizyon vardı ya da etrafta televizyon vardı. Ama televizyon Türkçe yayın yapmıyordu. Haftada bir kere Türkçe yayın yapıyordu, genellikle bir film koyuyorlardı. Kıbrıs Rum televizyonunda çoğunlukla Rumca ya da İngilizce yayın yapılıyordu. Dolayısıyla görmeye çalıştığım şeyi, izlediğim şeyi faal biçimde yorumlamamız hep vardı, gayretimiz hep vardı. Çizgi filmleri izliyorduk ama çizgi filmler İngilizce oldukları için ve İngilizce bilmediğimiz için neyin ne olduğunu anlayamıyorduk. Ama yorumlamaya çalışıyorduk. “Bu buna bunu demiştir, kesinlikle daha sonra bu olmuştur. Ha şimdi bunlar bunu bunun için yapmışlardır, diyorlardır” vs. gibi bir izleme deneyimi benim için söz konusuydu.

B.İ:Farklı bir izleme pratiği kazanmışsınızdır belki de. Peki, bu şekilde izlemekten keyif alıyor muydunuz?

D.Z:İzlemeye devam ediyorduk. Keyif alıyorduk.

B.İ: Peki film çekme süreciniz nasıl başladı? Örneğin ilk elinize profesyonel kamerayı ne zaman aldınız?

D.Z: Üniversite sıralarında. Ama onun öncesinde de öykü yazmaya gayret ediyordum. Edebiyatla yakın ilgileniyordum. Dolayısıyla olay örgüsü, karakterlerin oluşturulması, olay örgüsüyle karakterlerin arasındaki ilişkilerin bir dengeye oturtturulması, beslenmesi, inşa edilmesi gibi meselelerin farkındaydım. Üniversite sıralarında Senaryo ve Sinema Birliği ile çalışmaya başladım. Evet, kamerayı elimize almamız üniversitenin ilk senelerinde oldu.

B.İ: Kamera bulmanız, kullanmanız kolay oldu mu?

D.Z:Video kameralar çıkmıştı. Video kameralarla yaptık. Bazen video kamera bulamadığımızda ya da filme hazırlık bağlamında fotoroman gibi çektik filmleri. Çekmeye çalışacağımız şeyleri, ileride çekmeyi düşündüğümüz filmlerin kopyalarını.

B.İ: Bir arkadaş ekibiniz var mıydı?

D.Z:Vardı.

B.İ: Onlarla birbirinizi nasıl bulmuştunuz? Ekibin kurulması zordur, insanların birbirini bulması…

D.Z:Kulüp ortamları, arkadaşlık ortamları, kantin ortamları bütün bunların bileşkesi ortaya çıkarıyordu.

B.İ: Hocam, üst düzey oyuncularla çalışıyorsunuz. Örneğin Ahmet Uğurlu’yu ilk filminiz Tabutta Röveşata’da rol alması için nasıl ikna ettiniz?

D.Z:Dursun rolünü kim oynayacak diye çok düşünüyordum. O sırada Ahmet, Kanal 6’da bir komedi dizisinde çalışıyordu. Uğur’u televizyonda görmüştüm ama gözümde çok canlanmamıştı. Sonra dediler ki bir oyun var:“Çöplük Oyunu, Turgay Nar’ın yazdığı Moda’da son kez oynanacak”. Ben de atladım gittim. Kadıköy Halk Eğitim Merkezinin oralara gittim. Haluk Bilginer ile Ahmet Uğurlu oynuyorlardı. Işıl Kasapoğlu yönetiyordu sanırım. İkisini de sahnede öyle görünce aradığımı bulduğumu anladım. Ama Ahmet daha fazla uyuyordu. Çıkışta kulisin kapısında Ahmet’i bekledim. Yağmur yağıyordu, soğuk bir kış günüydü. Ahmet’e kendimi tanıttım. Dedim ki ben film çekmek istiyorum. Sizi senaryoya ulaştırmak istiyorum. O da telefonunu verdi. Onu aradım,gittim, senaryoyu verdim. Okudu, sonra tekrar buluştuk. Beğendiğini söyledi. Böyle tanıştık. Tuncel Kurtiz’i de tanımıyordum. Telefon ettim geldi. Senaryoyu verdim okudular. Konuşmaya başladık.

B.İ: Oyuncu seçiminde neye dikkat ediyorsunuz ve önem veriyorsunuz?

D.Z: Önem verdiğim çok şey var. Ama bunlar çok standartlaştırılacak şeyler değiller. Bir projede bir tane kıstas, birkaç tane kıstas daha öndeyken ötekinde onlar daha geri planda kalabiliyorlar. Ama genellikle tekstin bana söylediklerini dinlemeye çalışırım, metnin bana söylediklerini söylemeye çalışırım. Bir de ne yapmak istediğim, nasıl yapmak istediğim meselesi de bir kumaş olarak benim kulağımın arkasına küpe olur. Bunlarla yürürüm. Ama bu işin içerisinde şans da vardır. Şans çok önemli bir faktör, bilinçli seçimler de vardır. Mesela bugüne kadar çok değerli menajer ve cast ajanlarıyla çalıştım. Onların tavsiyelerini her zaman dinlerim, yönlendirmelerini dinlerim. Dolayısıyla çok sistematik rasyonel çalışmayla sezgiler at başı gibidir ve şans yardım eder.Oyuncu seçme işi bütün bunların bir kokteyli diyebiliriz. Numan Acer şu anda Hollywood filmlerinde oynayan oyuncu. Numan Acer benim filmlerimle başladı. Numan Acer, Cenneti Beklerken’de bir cellattır, Nokta filminde mafya üyelerinden biridir. Sonra yürüdü Hollwood’daÖrümcek Adam’dan, Homeland’a kadar oynadı. Dün Alâeddin filminde gördüm. Numan Acer’le nasıl buluştuk? İstanbul film festivalinde bir film izliyordum. Yanımdaki koltuğa bir çocuk oturdu, kendini tanıttı. Numan oydu işte. Ben sonra Numan’a rol verdim. Numan’la öyle tanıştık.

B.İ: Peki, senaryoyu yazarken düşündüğünüz bir oyuncu oluyor mu?

D.Z: Oluyor ama olmadığı zamanlar da çok oluyor. Mesela Tabutta Röveşata’yı yazarken, Tuncel Kurtiz’in reisi oynamasını istemiştim.

B.İ: Çekimler sırasında oyuncuyu özgür bırakıyor musunuz?

D.Z: Tabii ki. Oyuncunun kim olduğuyla da ilintili bir durum bu. Aranızda güven ilişkisi oluştuysa bırakırsın, oluşmadıysa çekmek gerekir. Daha doğrusu çekme, itme ilişkisi olur ama bu da sabit standart değildir. Adamına göre değişir, projeye göre değişir, oyuncuların kimyasından doğacak olan atmosfere göre değişebilir. Bazı gruplar vardır, o gruplara daha sert gitmeniz gerekir, daha sert yaklaşmanız gerekir ya da onların kimyası nedeniyle rahat davranmanız gerekir. Bunları göreceksiniz.

B.İ: Sette hem teknik hem reji hem de oyuncu yönetimi olarak nasıl yetkinlik kuruyorsunuz?

D.Z:Yardımcı olan insanlar var. Rejiler, yapımlar, onlar yardımcı oluyorlar. Bir de yaptıkça öğreniyor insan. İyi planlama yapmak lazım. Bütün sır nedir biliyor musun? Üç “H”: Hazırlık, hazırlık, hazırlık. Bir de hazırlıktan sonra akışına bırakmak, onunla beraber akmak, sizi sürüklemesine izin vermek, sonra o süreci öyle yenmek.

B.İ:Sette yaşanılmasından kaygı duyduğunuz sorunlar var mı? Ya da geçmişte duyduğunuz ama artık duymadığınız kaygılarınızdan bahsedebilir misiniz?

D.Z: Her zaman oluyor. Olmaması imkânsız zaten. Oyuncunun biri hastalanabiliyor, hava değişiyor, oyuncu sinir krizi geçiriyor ya da oyuncular arasında aşk üçgeni oluşuyor.

B.İ: Oyuncular arasındaki ilişki filme yansıyor mu?

D.Z: Yansır tabii, yansımaz mı? Benim görevim onun yansımamasını sağlamak.

B.İ: Sizi derinden korkutan bir kaygınız var mıdır?

D.Z: Paranız yoktur, paranız zamanında gelmez. Paranız bir yerden gelecektir ama zamanında gelmediği için insanlara ve ekibe para veremezsiniz. Prodüksiyon ve yapım koşulları bu nedenle eksik kalmaya başlar. Film çekerken kâbus bitmez. Hava bozar, makinalar arızalanır…

B.İ: Sette önem verdiğiniz ve olmazsa olmaz dedikleriniz nelerdir?

Projenin en başta sahip olduğu sıcak kor durumunu sonuna kadar götürmeye çalışmak. Bu kritik önemlidir, gerisi hallolur. Parayı bulursunuz ve oyuncuyla bir şekilde ortak bir noktada buluşursunuz. Onlar problem değildir. Yapım koşularını daha makul hale getirirsiniz. Yağmurun dinmesini beklersiniz, karın yağmasını beklersiniz. Bir şekilde hallolur. Esas mesele, projeyi o ilk çıktığı zamandaki sıcak haliyle, ilk haliyle bu titreşimleriyle birlikte orasıyla birlikte sonuna kadar götürebilmek, koruyabilmektir. Yönetmenin ve yapımcının görevi budur. Yolda sizi projenin o kor haliyle yapmaktan alıkoyacak çok şey çıkar. O ilk kor hali soğumaya başlayabilir. İşte buna izin vermeyen adam yönetmendir. Yönetmenin görevi budur. Bunu yaparken yaşadığı süreç içerisinde bir sürü şey başına gelir. O başına gelen terslikleri bunları şunları, o ya da bu şekilde atlatmayı, yumuşatmayı başaran adamın adı da yönetmen ve yapımcıdır.

B.İ: Auteur’dür diyebilir miyiz peki?

D.Z: Yapımcı ve yönetmen ve aynı zamanda yazmak gibi de niyetleri varsa, Fransızların bize sunduğu o sihirli sözcüğe istinaden auteur denebilir. Ama auteur kelimesine, auteur kuramına tam manasıyla katılmadığımı söylemek isterim. Rezervasyonlarıyla kullanıyorum auteur sözcüğünü.

B.İ: Fransa’da çıkan auteur politikasının bir kurama dönüşmesi ve Amerikanlaşması söz konusu.Özellikle Hollywood’daki yönetmen sineması adı altında auteur kuram, endüstri ile birlikte var olan bir ilişki yüzünden, endüstriyel arzuların, teknolojik olanakların ve pazarlama stratejilerinin kendisi göz önüne alınarak konuşulmalı.

D.Z: Bir şeyler aktarabilme, anlatabilme kapasitesi olan bir sözcük olmakla birlikte, rezervasyonlarıyla kullanmanız lazım. Tenzilatlı kullanmamız lazım.

B.İ: Sinemanızı oluştururken etkilendiğiniz, eleştirdiğiniz yapımlar veya yönetmenler hangileri? Buna benzer sorular diğer röportajlarınızda soruldu ama ben yinelemek istedim.

D.Z: Herkes gibi gençken Tarkovski’yi severdim. Şimdi mesela Pasolini daha çok ilgimi çekiyor. Bütün kekemeliğine rağmen. Kekemelikten kastım şu, Pasolini’nin sinema dili çok perspeksiyonist bir sinema dili değildir. Kusurları vardır. Buna rağmen, bir Akdenizli için daha özgürleştirici bir sinema olduğunu düşünüyorum.

B.İ: Şu anda üzerinde çalıştığınız bir sinema projeniz var mı?

D.Z: İki proje var. Bir tanesi-flash bellek- Suriye ile ilgili ve diğeri de bir dolandırıcı ile ilgili bir film. Yaklaşık beş senedir gerçek bir dolandırıcıyı takip ediyorum.

B.İ: Gerçek bir hikâye olacak o zaman öyle mi?

D.Z: Gerçek bir dolandırıcı, gerçek bir hikâye, gerçek insanları dolandırıyor.

B.İ: Peki gerçek bir dolandırıcının peşinden gitmek tehlikeli değil mi?

D.Z: Tehlikeliydi, şimdi vefat etti zaten. Suça bulaşmamak, ahlak meselesiyle ilgili bir tavrımız var. Filmi izleyince konuşuruz yine. Yani o suç işlerken onu çekmedik, suça ortak olmadık.

B.İ: Suriye ile ilgili film savaşa yönelik sanırım.

D.Z: Evet, savaşa ve oradaki insan ilişkilerine yönelik.

B.İ: Filmi nerede çektiniz hocam?

D.Z: Türkiye’de.

B.İ: Suriyeli mültecilerle birlikte mi?

D.Z: Evet onlar da var işin içinde.

B.İ: Belgesel bir film mi olacak?

D.Z: Hayır kurmaca.

B.İ: Ne zaman bu filmleri izleyeceğiz?

D.Z: Bir tanesini seneye izleyeceğiz. Bir de roman yazdım biliyorsunuz: Rüyet. Rüya filmiyle bağlantılı en son yaptığım o oldu. Sizin için Rüya filmi ile onu izlemek enteresan olabilir.

B.İ: Rüya filmini ilk Antalya film festivalinde izlemiştim. Rüya, doğa-insan üçlemesinin üçüncü halkası ama ben Rüya’yı diğer filmlerinizden Devir ve Balık filmlerinden daha farklı okuyorum. Devasa binalar, renkli, parlak, daha büyük simgelerle dolu bir film. Bunun bir anlamı var mı?

D.Z: Hayır. Kalemini alabilir miyim? Çizerek anlatacağım. Benim filmografimde, Maltepe Üniversitesi’nden bir hoca yapmıştı bunu: Filmlerin ana kesitleri var. Mesela Kıbrıs’la ilgili filmler Çamur,  Paralel Yolculuklar,Gölgeler ve Suretler. Bu Kıbrıs kümesi olsun. Diğer küme de gelenekle bağlantılı filmler olsun: Cenneti Beklerken, Nokta, Gölgeler ve Suretler bunun içinde.Rüya burada da var ama Rüya doğa ile ilgili filmlerin de içinde. Doğa ile ilgili filmler de Balık ve Devir’dir.

B.İ: Çamur’u da buraya dâhil edebiliriz belki de.

D.Z: Politik bazlı filmler dediğimizde Çamur ile birlikte Filler ve Çimenler’i de koyabiliriz içine.Bu anlamda daha farklı olduğunu söylemek gerekiyor. Farklı anlatım tarzlarını deniyor olmak hoşuma gidiyor. Farklı anlatı tarzları da olsa onları birbirine bağlayan orta çerçeve, baz, dere yatağı hep oluyor.

B.İ: Gelecek olan iki filmde mimari ya da geleneksel el sanatları gibi bir sanat dalıyla ilgisi olmayacak sanırım.

D.Z: Bu filmler hiçbirine benzemeyecek ama Devir ile o dolandırıcı arasında bir bağ olacak.

B.İ: Burdur’un bir köyünde çektiniz Devir filmini, Burdur’a tesadüfen gittiğinizde görmüş olduğunuz bir köy müydü?

D.Z: Araştırarak gitmiştim. Orada öyle bir şey yapıldığını biliyordum. Orası içimi gıdıklıyordu, öyle yani.

B.İ: Devir ve diğer filmlerinizi iyi biliyorum. Yüksek lisans tezimi yazarken filmlerin değerlendirmesini yaparken, onları detaylı araştırma şansım oldu. Her birini severek izledim ama Nokta filminin bendeki yeri ayrı. Tek planlık çekim ve Tuz Gölü’nün güzelliğine vuruldum.

D.Z: Biçime dair bir deneme vardır orada.

B.İ: Türkiye’de daha önce çekilmiş tek planlık bir film sanırım yoktu.

D.Z: Yok, doğru.

B.İ: Geleneksel Türk El Sanatları Üçlemesini çektiniz. Üç filmde de, iktidar sorunu ve suç gibi konular işlense de biçimsel kaygı daha mı ağır basıyor?

D.Z: Biçim ve içerik aslında birbirinden kolay kolay ayrılacak şeyler değiller. Mesela geleneksel sanatları kullanarak yapmaya çalıştığım filmlerde biçimle ilgili örüntüyü ele almak ve içeriği de o örüntü dolayımında kullanmak gibi bir fikir, filmi yaparken en başından itibaren vardı. “Bu yüzden biçimi bu kadar görebiliyorsunuz, fark edebiliyorsunuz gibi yorumlamak mümkün mü” diye soruyorum kendime. Özellikle Cenneti Beklerken, Nokta ya da Rüya için konuşuyorum. Çünkü oralarda geleneksel sanatın bize fısıldadığı bir biçimin üzerine inşa edilen bir içerik var. Ayrıca şunu da biliyorum ben, biçim ve içerik böyle kesin ve net hatlarla ayrılamaz. Bu kadar net sınırlar yoktur. Bunlar birbiri ile çok akışkandırlar, iç içedirler. Beraber oluşurlar, beraber yürürler. Seçtiğim biçim neyi söyleyeceğinin de üç aşağı beş yukarı belirleyebilir. Fakat o filmlerde bu soruyu tekrarlamam gerekirse gündeme getirecek bir şey vardı; biçimleri iddialıydı.

B.İ: Peki, filmler için seçtiğiniz biçim özellikleri bu sanat dallarına olan özel ilginizden mi kaynaklanıyordu?

D.Z: Sadece o değil. “Bizim ülkemizdeki kültürel verilerden hareket ederek sinemaya bir arşiv verilebilir mi” sorusunu kendime sordum. Çünkü bu coğrafyanın kültürel ikliminden hareket eden bir sinema olsun istedim.

B.İ: Daha önce hiç o sanat dallarıyla ilgilenme şansınız oldu mu?

D.Z: Profesyonel olarak hayır.

B.İ: Filmleri çekmeden önce, bu sanat dallarıyla ilgili ön hazırlık sürecinde neler yaptınız?

D.Z: Sanatkârlarıyla oturduk konuştuk, aylarca gittik geldik.

B.İ: Çeşitli üniversitelerde sinema üzerine dersler verdiniz. Verdiğiniz dersler yüksek lisans, doktora düzeyinde miydi? Şu anda bir üniversitede ders veriyor musunuz?

D.Z: Lisansa, yüksek lisansa ve doktora düzeyine de ders verdim.Bu dönem Yakın Doğu Üniversitesi’nde ders vermeye başlayacağım.

B.İ: Türk Sineması’nın son dönemindeki popülaritesini göz önünde bulundurursak, sizce akademinin nasıl bir rolü olmuştur?

D.Z:İyi öğrenciler var. Öğrencilerimden iyi işler yapmaya başlayanlar çıktı. Cenk Ertürk Nokta ve Gölgeler ve Suretler’de benim reji asistanlarından biriydi. Pratikle, teorinin at başı gitmesi lazım. Pratikle, teorinin at başı gitmesini ben kendimden biliyorum. İkisini at başı götürürseniz ne dediğinizi bilirsiniz. Yaşadığınız bu sürece,daha reflektif yaklaşırsınız, özdüşünümsel yaklaşırsınız. Ne yaptığınızı görürsünüz ve onun üzerine düşünmeye çalışırsınız. Türk sineması üzerine, Türk akademisinin işler yapması son derece sağlıklı sonuçlar getirecektir. Çünkü sinemamız üzerine bizden birileri bir şey söylemeye başlayacaktır. Sadece Fransızların teorileriyle değil, bizim düşünme tarzlarımızla yaklaşılmasının fena olmayacağını düşünüyorum. Elbette dünyaya açılalım, dünyayı takip edelim, neler söyleniyor onu bilelim. Ama burada birilerinin yazıyor olması da beni sadece ve sadece akademik bağlamda sevindirir. Çünkü bizim kendi kendimize pratiğin de çeki düzenlenmesi için arada düşünmek lazım. Akademi bunu dolduracak. Akademi diyecek ki bize “bu, bu anlama geliyor, bunu yaparsan şuraya gider”. Farklı görüşler olacaktır elbette. O farklı görüşler içerisinde bizim süreçlere daha mesafe almamızı kolaylaştıracak bir düşünümsellik sağlayacak. Akademi şart.

B.İ: Filmleriniz üzerine yazılan metin ya da tezleri okuma fırsatınız oldu mu?

D.Z: Arada bakıyorum. Metin merkezli okumanın değerini düşünüyorum. Yazar merkezli okumaya o kadar sıcak bakmıyorum. Bu ne demek oluyor? Benim düşündüğüm gibi düşünmek zorunda değiller, benden farklı düşünebilirler. Yazarın muradı neyse ona yakın olması gerekir mi gerekmez mi sorusu hep gündemdedir. Bunun da net bir cevabı yoktur.

B.İ: Üniversite ve alandaki sinema çalışmalarının at başı gitmesi gerektiğiniz söylediniz. Ancak ben her ikisinin birbirinden uzak olduğunu görüyorum. Bu uzaklıkla ilgili görüşleriniz nelerdir?

D.Z: Türkiye’deki akademinin kendi koşullarından bağımsız bir süreç değil bu. Türkiye’deki okullar ne zaman sistematik hale geldiler, ne zaman sinema eğitimi başladı? Bütün bunların tarihine bakarsanız oldukça geç bir tarihte başladı. Dolayısıyla şu anda belki de iyi bile demek lazım. 1975’li yıllarda Mimar Sinan Üniversitesi kurulmaya başlanıyor. Sonra, İzmir’de ve Ankara’da okullar kuruluyor. Şu anda çok sayıda iletişim fakültesi var. Bunların kaliteleri nasıldır ayrı bir tartışma konusu. Aslında mesele üniversite fikrinin ne olduğuna geliyor. Üniversite nedir? Ne olmalıdır? Bu kritik soruları Türkiye makro ölçekte yükseköğrenim düzeyinde henüz vermiş değil. Bunu vermediği için, sinema eğitimi bundan fazlasıyla olumsuz biçimde etkileniyor. Çünkü üniversitenin ne olduğuyla ilgili net, spesifik bir fikriniz yoksa, ortaya çıkan üniversite yapısı doldur boşalt olur. Bir şeylerin yapıldığı ama sürekliliği olmayan, sık sık kesintilere uğrayan, herhangi bir derde deva da olmayan, literatürü geriden takip eden, dış dünyayla, somut dünyayla çok da fazla alışverişi olmayan bir yer haline dönüşür. Bunları netleştirmek lazım. Bunlar Türkiye akademik camiasının makro soruları ve bunlara henüz net cevaplar verilmiş değil.

B.İ:Filmlerinizin hemen hemen hepsinde, özellikle geleneksel El sanatları üçlemesinde minyatürler, aynalar ya da fotoğraf çerçeveleri ile zamanda ve mekânda kaydırma yapıyorsunuz. Zaman ve mekândaki geçişler sizin sinemanızı çok özel kılıyor. Bu nedenle, yüksek lisans tezimi bu konu üzerinde yazdım. Çalışmamda, GillesDeleuze’ün zaman-imge sineması özelliklerinin, sizin filmlerinizde görünür olduğu sonucuna vardım.  Peki, sizin için bu zaman-mekân geçişlerinin anlamı nedir?

D.Z: Sinemacının görevi nedir? Sinemacı mekânı tıraşlar. Mekânı tıraşlarken de zaman ile bir şekilde usta-çırak ilişkisi içerisinde bunu yapar. Bizim görevimiz mekânı tıraşlamaktır. Mekânı tıraşlarken de zaman boyutunu işin içerisine katarız. Sinemacı bunu yapar, yönetmen bunu yapar. Ham kayayı verirler size, heykeltıraş o kayayı yontar, o kayadan heykel çıkarır. Bize de mekânı verirler ve biz de o mekânı tıraşlarız. Yani ham kayayı tıraşlamaya başlarız. Şuradan görürüz, buradan görürüz, onu yaparız, bunu yaparız. Neyi anlatacaksak, mekânı uygun bir yere getiririz. Bunun için zaman boyutunu da işin içerisine katarız. Dolayısıyla zaman da bizim kalfamızdır. Hatta öteki ustamızdır.

B.İ: Klasik anlatıdan çok farklı şekilde mekân ve zamanı yontmuş oluyorsunuz.

Z.İ: Klasik anlatı da bir şekilde mekân ve zamanı yontar. Ama onun stili daha farklıdır.  Tercihleri, aygıtları daha farklıdır. Kullandığı biçimler, yöntemler daha farklıdır. Melezliğe ve merkesizleşmeye inanırım. Eskiye göre şu anda daha fazla inanıyorum.

B.İ: Merkesizleşme ile ne demek istiyorsunuz?

D.Z:  Tek bir yere, tek bir öze, esasa yaslanmamak. Onların arasında dans etmek, seyretmek, yelken açmak. Çeşitli durumlar vardır ya bir yere sizi koyarlar. Özgür sinema, arı sinema, Fransız Yeni Dalgası, Klasik Sinema… Bütün bunların arasında seyir ediyor olmak, o melezlik, o merkezsizlik hoşuma gidiyor.

B.İ: Martin Scorsese Empire Dergisi’ne verdiği röportajda Marvel filmlerini eleştirerek, “onların sinema olmadığını” söyledi. Sinema dünyası onlarla bambaşka bir yöne kaymaya başladı. Kimi sinema filmi beyaz perdeden önce Netflix’te izlenir oldu. Netflix vb. platformları nasıl değerlendiriyorsunuz? Yeni olan bu platformların sinemaya etkisi sizce nedir?

D.Z: Böyle bir tehlike var, Scorsese’ın böyle bir tehlikeyi işaret etmesi de güzel bir şey. Bunu dillendirelim ama şikâyet ederek suyun akışını geriye çevirecek koşulları yaratabilecek miyiz? Hayır, çünkü bu devam edecek. Netflix vb. platformlar günden güne daha da büyüyerek, gelişerek evimizin içerisine girmeye devam edecekler ve böylece sinema üretim sektörünün kendisini belirlemeye devam edecekler. Bu durumda şu sorulmalıdır. Acaba bu kalıp, bizi nasıl daha özgürleştirecek bir şeye dönüştürebilir ya da dönüştürülebilir mi? Eskisiyle kıyaslandığında bizi daha özgür kılacak bir şey sağlayabilir mi? Yoksa bizi daha da tutsak alacak bir şey midir? Zor bir soru çünkü iyi tarafı da var, kötü tarafı da var. İyi tarafı şu: Filmi yapıyorsun Netflix’e verdiğin an, bütün dünya seni izliyor ve dağıtım problemlerin bir şekilde azalıyor. Ama köşe başları ya da subaşları üç beş adamın elinde oluyor ve üstelik bunlar tanıtım, dağıtım ve gösterimin her aşamasında çok farklı konfigürasyonla ele alıyorlar ve klasik bildiğimiz tanıtım, dağıtım ve gösterim koşullarını tamamıyla askıya alacak şekilde davranıyorlar. Türkiye’de İstanbul’da yaşayan bir sinemacı olarak, bütün bunlar bir özgürleşmeye mi yol açıyor yoksa bizi daha da tutsak mı alıyor sorusunu kendimize sormamız lazım. Kategorik olarak reddetmiyorum ve de alkışlamıyorum. Birden bire kahrolsun demiyorum, ne kadar iyi de demiyorum. Bunu kategorik olarak muhalif ya da destekleyici koşullar kipler içerisinde konuşmak hoşuma gitmez. Duruma göre değerlendirmek gerekiyor. Şu an itibariyle kötü kokular geliyor ama bir takım olumlu tarafları da yok değil.

B.İ: İlk filminizi yani, Tabutta Rövaşata’yı çekerken bir fon ya da Kültür Bakanlığı gibi bir kurumdan destek aldınız mı?

Kültür Bakanlığı’ndan destek almaya dördüncü filmimden sonra başladım. İlk iki film şahsi kaynaklar ağırlıklı gitti. Özellikle Tabutta Rövaşata hep şahsi kaynaklarla çekildi. Taşı sıktık orada.

B.İ: Peki diğer filmlerinizde bunun karşılığını bir şekilde alabildiniz mi?

D.Z: Film yapmaya devam ettim. Bu da bir nimet. Film yapmaya devam ediyor olmak önemli bir şey.

B.İ: Türkiye’de sinemanın güncel ya da önemli probleminin ne olduğunu düşünüyorsunuz?

D.Z: Finansman, dağıtım, fiyatların artması, yetişmiş elemanın kaliteli olup olmadığı, yazılan senaryoların ne kertede incelikli işler olup olmadığı…

B.İ: Bu alanda önceden tanıdığınız ya da size destek olan insanlar var mıydı?

D.Z: Destekleyen olduğu gibi köstekleyen de olmuştur.

B.İ: Sanırım bu problemler hep vardı.

D.Z: Hep vardı.

B.İ: Sizce kalitede düşme var mı?

D.Z: Teknik kalite iyiye gidiyor. Fiyatlar çok arttı. Eskiden 1 liraya yaptığınız işi 10 liraya yapabiliyorsunuz.

B.İ: Affınıza sığınarak soruyorum, özellikle ilk filmlerin finansman durumunu nasıl karşıladınız? Tamamen filme kendinizi verip, yaratıcılığınızı engellemedi mi?

D.Z: Benim yapmaya çalıştığım türden filmler daha başka türlü yapılamaz. Filmler arasını delege ediyorum. Başka bir yapımcı olursa, bu diziyi yapamam. Bir tanesini yaparım, iki tanesi yaparım, üçüncü ve dördüncü de eğer yapımcı olarak işin içerisine girmezsem, o filmler yapılamazlar, yapılamayabilirlerdi. Devir filmini yapmak akıl karı değildi. Fizibil değildi, ona kolay kolay kaynak bulunamaz. Filmi yapmak için koşulları yarattım. Eğer yapılmasını istememiş olsaydım, gerçekleşmeyecekti.

B.İ: Siz filmlerinize kendinizi ne kadar katıyorsunuz?

D.Z: Farkında olarak ya da olmayarak katıyorum. Bilinci çıkardığım yerler var. Bilinci çıkarmadığım yerler var mıdır? Muhtemelen vardır. O da benim meselem, yani yapmış bitmiş filmler, zaten o süreçler, sizin bazı meselelerinize yanıt bulmak için arayışlarınızın sonucunda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla onların yüzde kaç kendimi kattım gibi düşünmem. Kendimden bir şey katarım ama kendimi öyle röntgencilerin hazzına da bırakmak istemem. Beni çok incitecek bir şey ise,  kendimi o kadar da açmam, örtük yapmaya gayret ederim.

B.İ: Dediğiniz gibi filmlerinizde bir arayış hali söz konusu. Karakterler arayış içindeler. Bu yolculuk deneyiminin kişisel olarak sizde karşılığı var mı?

D.Z:Arıyorum ben de. Yolculuğa inanırım. Yolculuğun kendisi, yolda olmanın kendisi zaten aslında varılacak olan şeyin kendisi.

İnsanı özgürleştiren şeyin peşindeyim. İnsanın daha özgür olması, ama kıyısız bir özgürlüğe de inanmam. Uçsuz, bucaksız özgürlük yoktur. Özgürlük ancak sınırlarla söz konusu olur. O sınırlarda insan hayatının her döneminde farklı biçimde tanımlanmalıdır. Özgürlük sınırlar varsa, derinlik kazanır ve anlam kazanır. O sınırları da insanın kendisi bulur.

Hiçbir zaman tamamlanmayacak olan şeyin peşindeyiz ama bunun tamamlanmayacağını da biliyoruz. Ama bunun için insan her defasında yine aynı zarı atıyor. İnsanlık tarihi boyuncu hep böyle oldu bundan sonra da böyle olacak. Mitler ve menkıbeler bize bunu gösterir. Bizden 5000 sene önce de atalarımız aynı şekilde yolculuğa çıkıyordu. Biz de yolculuğa çıkıyoruz. Benim yaptığım şey tamamıyla bu.

B.İ: Filmin yaratım aşamasında seyirciyi düşünüyor musunuz?

D.Z: Elbette. Ne kadar derinlik yapmaya kalkışsam da düşünsem de seyirciyi de elden kaçırmamaya gayret ediyorum. Seyirci de benimle birlikte filmi izlesin isterim. Kısacası, hikâyeyi takip edebilsin, meseleyi takip edebilsin ama onun dışında daha meraklı olanlar da hikâyenin içerisindeki bazı başka şeyleri de keşfedebilsinler diye kurarım filmlerimi. Makine ayarları böyle kurulur.

B.İ: Sizin için sinema sanatının haz ile ilişkisi nasıl mümkün olmaktadır?

D.Z: Haz boyutunu es geçmemek lazım. Mesela Laura Mulvey’nin 75’lerde yazdığı makalelerinde aldığı en büyük eleştirilerinden bir tanesi Robert Stam yapmıştı sanırım: “Haz meselesine bu kadar saldırmak doğru mudur?” Haz, sinemanın ayrılmaz boyutlarından bir tanesidir. Onu kötü bir şey olarak bu kadar ön plana çıkarmak doğru mudur? Evet, hazza da dikkatli yaklaşmak lazımdır, tenzilatlı yaklaşmak lazımdır, onu her şeyden ibaret görmemek lazımdır.Mulvey’nin dediği gibi eğer hazzı merkeze alırsak, başka tuzaklar kurar. Mulvey’nin söylediklerinde doğruluk payı vardır ama hazzı bu kadar kötü bir şey olduğunu söylemek doğru mudur? Bence doğru değildir. Dolayısıyla hazzın da sinemasal izleme deneyimi içerisinde önemli bir değeri olduğunu olumlu manada düşünüyorum.

B.İ:Dediğiniz gibi Mulvey, izleyici olarak bizim devir aldığımız bakışın eril bakış olduğunu söylemesi ile çok ciddi eleştiri alıyor. Kadın izleyicinin filmden aldığı tek hazzın sadece eril bakış olduğuna dair getirilen eleştirilere karşı ise ikinci bir metin daha yazıyor. Bu metinde de “kadınlar eril bakışı niye devir alırlar” ve “kadınların aldığı haz nerededir” gibi sorulara yanıt arıyor.

D.Z: Haz bu işin merkezinde. Hazzı neden bu kadar kötüleyelim ki? Belki de hazzı daha özgürleştirici bir sinemanın imkânlarından birisi olarak kabul edip, konuşmamız gerekecek.