Kasaba, Nuri Bilge Ceylan’ın ilk uzun metrajlı filmi. Benim de Nuri Bilge Ceylan ile tanıştığım ilk film, bu nedenle yeri biraz ayrıdır. Kasabada yaşayan bir ailenin hayatlarını siyah beyaz izleriz çekilen filmde. Nuri Bilge Ceylan, taşrada büyümüştür, bu yüzden filmlerinde taşra sorunlarına değinmesi de, zaman-imge sinemasını tercih etmesi de şaşırtmayan bir durum.

“Kendimi sözlerle daha iyi ifade edebilseydim sinemaya bulaşmazdım.” NBC

Temel olarak film, yakın çekimlerin az, uzak  planların fazla olduğu bir yapıya sahiptir.  Ceylan, kameranın dışında, mekân içerisinde pencere,kapı gibi çerçeveler yaratmayı da sever. Belgesel  görüntü tercihi, sabit tripod kullanımı Ceylan sinemasının neredeyse tamamında var. Elbette ki yarattığı bu sinema anlayışında etkilendiği yönetmenler var. Ozu, Tarkovksy, Antonioni ve Bergman gibi yönetmenler onun için hep ilham kaynağı olmuştur. Filmde maalesef ses sorunu oluştuğu için dublaj ile film kurtarılmaya çalışılmış ama ne kadar olmuş tartışılır. Ve bence taşrada yaşayan kişilerin İstanbul Türkçesi kullanması da teknik hata olarak sayılabilecek kusurlardan biri.

Nuri Bilge Ceylan’ın yarı otobiyografik hikayesinde kasabanın köy ile şehir arasına sıkışmış ruh hali beni de oldukça buhrana sürükledi. Ceylan bu filmi çekerken, bir çocukluk hatırasından yola çıktığını söylemiştir.

Filmin dört bölümden oluşması ve bölümler arası geçişlerin mevsimler-arası geçişlerle sağlanması dengeli bir akış sağlar.

Film Anadolu kasabasında yaşayan  bir ailenin hayatını anlatır. İlk bölüm, -ki bence en güzel-bir kış günü, ailenin 11 yaşındaki kızının okuduğu ve onun toplumsallaşma sıkıntılarını anlatan sınıfında geçer. Sınıfta kitaptan okunan satırlar sahnenin görüntülerine zıt bir seyirde ilerler ve verilen eğitim ile yaşanan hayatın zıtlığını ortaya koyar. Kitaptan okunan sözler şu şekildedir:

“…yazısız kurallar, gelenek ve görenekler ile ahlak ve görgü kurallarıdır. Dayanışma,bir toplumu oluşturan bireylerin doğru düşünce ve ortak çıkarlarda birbirlerine karşılıklı olarak bağlanması gerekir. Çünkü insan tek başına yaşayamaz.. İhtiyacını karşılayamaz.Bu bakımdan insanlar birbirlerine daima muhtaçtır. bir toplumdaki insanlar yoksullara doğrudan veya yardım kurumları aracılığı ile..”

Kasaba hayatının tekdüzeliği; yoksulluğu ve yoksunluğu imgeleyen duyusal deneyim ile bölünür: sınıfa giren İsmail’in sobanın üzerine astığı çorabından gelen damlama sesi…

İkinci bölüm, okuldan çıkan kızın, erkek kardeşini de yanına alarak, kasabanın dışındaki mısır tarlasına kadar olan yolculuklarını anlatır. Yol üzerinde mezarlığa girerler, bir kaplumbağanın izini sürerler. Kaplumbağanın ters durduğunda bir süre sonra öleceğini söyler kız, kardeşine. Çocuk birkaç gel git yaşadıktan sonra kaplumbağayı ters çevirir ve ordan uzaklaşır. Kaplumbağanın dönmeye çabalaması oysa tek başına bunu bir türlü başaramamasını izlemek beni baya üzdü. Kendimi, nedensizce ters çevrilmiş bir kaplumbağa gibi hissetmem normal değil fazla empati iyi değil galiba.

Üçüncü bölümde ise, iki kardeş, büyükler dünyasının tanık olurlar. Küçük bir taşra kasabasında sıkışmış kalmış aile bireyleri arasında oluşan zihinsel uçurumlar, algı farkları oldukça düşündürdü beni. Filmin etkileyici tarafı oluşan melankolik atmosferde gizli. Yer yer monoloğa öykünen diyaloglar, karakterlerin kişiliklerini, yaşama dair görüşlerini açığa vurma görevi üstlenir.

Filmde ana karakter Saffet’in, sıkıştığı, bir türlü kendini bulamadığı kasabadan kaçmak istemesi anlatılır. Kaçmak istediği yer, herkesin birbirine benzediği değil, değişim ve dönüşümün çok hızlı geliştiği İstanbul’a gitmektir. Abisi Emin ise şehre okumaya gidip sonra taşraya geri dönmüş, Saffet’in zıt karakteridir. Emin okumuş olduğu için kendisini Saffet’ten üstün görür. Ona göre Saffet ölen babası gibidir, aylaktır, amacı yoktur. Saffet’in sıkıntısının kaynağı, tam da taşra sıkıntısını ifade eden biçimde bulunduğu mekânın anlamsal ufkunun darlığındandır.

“Bu kasabada yaşayan insanları ve onların küçük hesaplarını anlamıyor, ruhuma yabancı ve boğucu buluyorum.”

Saffet’i bu denli mutsuz, hatta yer yer nihilist bir karakter olarak yansıtan, sıkıntı içindeki ruh hali üzerinde oldukça durulur. Saffet’in güldüğü tek sahne lunaparktaki sahnedir. Belki de lunapark şehri betimler onun için. Kasaba’nın değindiği tüm bu konuların temelinde, aidiyet temelli bir gitmek/kalmak ikiliği olduğu söylenebilir.

“Güçlüsün, dünyayı yerinden oynatabilirmişsin gibi geliyor. Gel gelelim dünyanın umrunda olmayan, hapisten farksız bu kasabada yaşamak zorundasın. Sağa bak ağaç sola bak ağaç, gitmeyip de ne yapacaksın.”

Bilindiği üzere bu aile kadrosu daha sonra Mayıs Sıkıntısı’nda da  mükemmel bir film çıkarmıştır. Özellikle ailenin babası Mehmet Emin Ceylan ve Saffet rolündeki Mehmet Emin Toprak inanılması güç oyunculuk performanslarına imza atmıştır.

Ceylan, filminin yapım aşamasını “Tek asistanım bir odaklayıcı, oyuncular da ailem ve arkadaşlarımdı. Çoğu sinemacının sahip olmadığı bir şeye sahiptim: Zamanım vardı. En az bir yılımı verdim bu filme. Boş olduğum her fırsatta çocukluğumun geçtiği kasabaya gidip çekim yaptım.” cümleleriyle anlatmıştır.

Koza, Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Bir Zamanlar Anadolu’da filmlerinin hep taşrada geçmesi ilginçtir. “Kasabada yaşayan insanlar genellikle çekip gitmek isterler, ama bunu başardıklarında bu sefer de geri dönmek isterler.”diyen Ceylan, Ağlat Ağacı filmi ile de yeniden taşraya dönüş yapacaktır.

Filmde rüyalar ve gerçek anlar bazen birbirine karışıyor Tarkovsky gibi.. Söylenilecek bir şeyin kalmadığında, konuşmanın sadece gürültü olduğu bir anın filmi Kasaba.

“…Ayrıca iç dünyanın derinliği ile ağızdan çıkan söz arasındaki uçurum hep acı vermiştir bana” NBC

Filmin en beğendiğim sahnesini buraya bırakıyorum. Yürek deşmek için filmin müziğini de öneriyorum: Ali Kayacı – Nihavend Taksim