Lost In Translation, çeviri yaparken bazı sözcüklerin diğer dilde bir karşılığı olmadığı için orijinal anlamını kaybetmesi halini anlatmak için kullanılan bir deyim. Filmin isminin işaret ettiği iletişimsizlik hâli filmin her anında bizi karşılıyor.

“En İyi Özgün Senaryo” dalında Akademi ödülünü alan film, Bob ve Charlotte adlı iki karakterin yollarının kesişmesini konu alıyor. Tamamıyla Japonya’da geçen filmin başrollerinde Scarlett Johansson (Charlotte), Bill Murray (Bob) yer alan filmin yönetmeni ise Sofia Coppola.

Bob, Japonya’ya bir reklam filminde oynamak için gelir, Charlotte ise işinden kopamayan fotoğrafçı kocasının peşinden sürüklenmiştir. İkisi de Amerikalı’dır ve ikisi de evliliklerinden mutsuzdur. Bob ve Charlotte günlük hayatlarında da, aynı dili konuştukları insanlarla da benzer bir iletişimsizlik yaşarlar. Ve aynı şeyleri hissetmenin verdiği güç onları yakınlaştıran bir etmen olur. İlk tanıştıkları sahnede de sanki birbirlerini uzun bir süredir tanıyorlarmış gibi konuşmaya başlarlar. Nasıl olsa bir daha karşılaşmayız güveniyle başlayan bu konuşma, ilginç bir bağa dönüşür. İkilinin arasındaki özel bağ, iletişimsizliklerini kırdıkça daha da güçlenir. Zaten bu sebeple yer yer kelimelere ihtiyaç duymuyor, onlarla beraber hissetmeye ve susmaya başlıyoruz.

Film sadece birbirlerinin dilini konuşamayan insanların anlaşamamalarını değil, ruhları birbirinden uzağa düşmüş insanlar için dilin ne kadar yetersiz bir araç olduğunu anlatıyor. Özlemlerini, beklentilerini hatta duygularını bir kalıp haline sokan, sonra da o kalıba çevrelerinden rastgele bir insanı yerleştiren karakterler var karşımızda. Bob “Ben bu hayatta ne yaptım ki?” diye sorarken, Charlotte “Ben bu hayatta ne yapacağım?” diye soruyor. İkisi de aynı yolun farklı yolcuları.

Yabancılaşma nedir? İletişimsizlikten mi ibarettir sadece? Filmin beni bu kadar etkilemesinin sebebi de aslında üzerine çokça düşündüğüm bir konu olan bu soruya yanıt araması. Bir de insanın kendine yabancılaşması durumu var. Depersonalizasyon deniliyormuş buna. Bireyin hayattan soyutlanması ve herhangi bir duyguyu hissedemez hale gelmesi diyebilirim. İki karakterimizde de bu durumun var olduğunu düşünüyorum. İkisi de kendilerini boğucu bir rüya/kabustaymış gibi hissediyor. Ta ki böyle hisseden başka biriyle daha karşılaşana kadar. İnsan bazen hissettikleri sadece kendine özel sanıyor ve daha da benimseyip büyütüyor. Oysa öyle değil…

Konuşamayacağınız ya da anlayamayacağınız bir sohbetin ortasında olmak, hayatı deneyimlemenin en yorucu ve bir o kadar yalnız yollarından biri bence. Sözünü ettiğimiz ruh halinden yola çıkarsak filmin; insanın kendisiyle, sevdikleriyle, çevresiyle ve nihayet hayatla arasındaki bağın kopması, tüm bunlara yabancı kalması üzerine bir film olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan, öyküyü ve karakterleri Japonya’ya taşımak, filmin meselesini gözler önüne seriyor. Çok uzak bir kültürde olmak mıdır yalnızlık? Yoksa, bizi anlayacak birilerini ve bizimle aynı duyguları hissetmemiş kimseyi bulamamak mıdır? Ben bilemiyorum, cevap sizde…

Sofia Coppola’nın kelimelere bel bağlamayan, durumlar ve onların insanlar üzerinde yarattığı etkiye odaklanan anlatımı çok içten.Ve bence asıl hikayeyi anlatan filmlerden.

Bob’ın, vedalaşırken Charlotte’ın kulağına ne fısıldadığı filmde yanıtlanmayan bir soru. Aslında Bill Murray’nin gerçekten doğaçlama bir şey söylediğini ve ilk başta sesi sonradan eklemeyi düşünen Coppola’nın sonradan ikisi arasında kalsın düşüncesiyle olduğu gibi bıraktığını biliyoruz. Bu ilk anda rahatsızlık yaratan ve dönüp dönüp tekrar izleyerek ne söylendiğini anlama isteğine kapılmaya neden olan, ama Bob ve Charlotte’ın arasındaki ilişkiye çok uyan bir durum.

Filmin müzikleri ise ayrı bir konu. Too Young – Phoenix, Alone In Kyoto ve filmin son sahnesinde duyduğumuz The Jesus and Mary Chain- Just Like Honey adlı parçası…