“Her oyunun sonunda oyunun başına dönersin.” -S.Herberger
1998 yılında Alman Sinemasının başarılı yönetmenlerinden biri olan Tom Tykwer’in imzasını taşıyan ve kelebek etkisini fazlasıyla hissettiğimiz Lola Rennt, kurgusuyla bizi Berlin sokaklarında kelimenin tek anlamıyla koştururken bize ‘zaman-kader’ kesişimini hatırlatır. Berlin sokaklarında sevgilisi Mani’yi kurtarmak için koşan kızıl saçlı Lola’yı izleriz.
Film 90’lı yıllarının en popüler eğlence aracı olan video oyunlarından birinden uyarlanmıştır. Sevgilisine yardım etmek için, 100.000 mark bulmak için koşar; yollar kesişir, insanlar değişir. Film boyunca Lola ve Mani’nin yirmi dakikasını seksen dakikada üç farklı şekilde izleriz. Yaptığımız küçük her şeyin hayatta neleri değiştireceğini akışıyla her seferinde düşündürmeyi başarıyor. Video ve 35 mm formatı, içinde psytrance tınıları bulunduran inanılmaz bir soundtrack ve yüksek adrenalin üreten hikaye, farklı bir kült film.
Film bir duvar saatini görüntüsüyle başlar. Zaman hızla akıyordur. Sonra büyük bir insan kalabalığının arasına dalıveririz. Sonra Almanya’nın en ünlü masal anlatıcılarından biri olan Hans Paetsch’in ses verdiği anlatıcı konuşur:
“İnsanoğlu, gezegenimizdeki en gizemli varlık belki de. Cevapları belirsiz sorulardan oluşan bir gizem. Kimiz biz? Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Bildiğimizi düşündüğümüz şeyleri nereden biliyoruz? Neden onlara inanıyoruz? Sayısız soru, cevaplarını arıyor, bir cevap ise yeni bir soruyu doğuruyor. O sorunun cevabı da başka bir soruyu… Bu böyle sürüp gidiyor. Ama sonunda her zaman aynı soru olmaz mı? Ve her zaman aynı cevap?”
Kalabalığın arasından bir bekçiyi buluruz. Ve bekçi bize bakarak konuşur:
“Top sahada. Oyun 90 dakika. Bu bir gerçek. Gerisi tamamen teoriden ibaret. O zaman hadi başlayalım…”
Lola’nın başından geçenleri, aynı noktadan başlayıp bambaşka yönlere savrulan üç farklı versiyonda izliyoruz. Aynı şekilde başlayıp, ilerledikçe farklılaşan bölümleri üst üste izlemek, sinemada gerçeklik algısına da bir selam gönderiyor. Tekrarlar filmin ritmini sekteye uğratmak şöyle dursun, hikaye her seferinde farklı bir zirveye çıkıyor.
Hayatlarımız sürekli başka insanların hayatlarıyla kesişiyor. Gün içinde bir başkasının hayatındaki minicik bir ayrıntı, bizim hayatımızı da değiştirir hatta biz bile fark etmeden. Karşılaştığımız bazı durumlarda yaptığımız her seçimde bizi farklı yollara yönlendirir. Her gün yaşadığımız ama farkına varmamızın imkansız olduğu küçük ibre oynamalarının büyük resimdeki etkileri…
Birbirinden farklı film formatlarını, kamera açılarını ve kurgu efektlerini içinde barındıran ender rastlanabilecek filmlerden biri. Film bizi sadece zamanla ne kadar kolay oynanabileceğini değil gerçek aşkın fedakarlığı üzerine de düşünmeye yönlendiriyor.
Filmde üç renk sembolik olarak özellikle vurgulanmış: yeşil, sarı ve kırmızı. Trafik ışıklarının renkleri gibi. Koşuşturup dururken bazen işlerimiz yolunda gider, kolaylaşır. Bazen de hızlıca koşarken bir anda durmamız gerekir.
“Run Lola Run” adıyla ABD sinemalarında gösterime giren film, Wolfgang Petersen’in Das Boot’un (1981) 20 yıl önce kırdığı rekoru kırmış ve ABD’de en çok seyredilen Alman filmi olmuş. Lola ile gönüllerde taht kuran Franka Potente ise Alman ve Hollywood yapımı filmlerinde oynamayı sürdürüyor.
“Yeterince güçlü bir iradeniz varsa, verdiğiniz kararlara sonuna kadar inanıyorsanız bunu siz de yapabilirsiniz. Etrafınızdaki dünyayı, gerçekliği bükebilirsiniz”.