Fransa’nın Hitchcock’u Claude Chabrol’un en parlak döneminde yaptığı bu güzel film Türkiye’de oldukça talihsiz bir çeviriyle oynamış: “Vefasız Kadın”. Chabrol yine yönetmenliğinin hakkını veriyor ve çok katmanlı bir anlatıyı ilmek ilmek dokuyor.İlk katmanda; hikayeden çok karakter analizi ve karakterler arası gerilim göze çarparken filmin daha alt katmandaki metninde, bir aldatma olayı üzerinden Fransız burjuvazisinin yerden yere vurulduğunu okuyabiliriz.Ama aynı zamanda daha derin bir katmanda modernitenin çağırdığı öznelliklerin ağır bir eleştirisi hüküm sürmekte. Beni filmde en çok etkileyen insanın yabancılaşmasına yönelik yapılan ontolojik sorgulardı.Yönetmen kapitalist ilişkiler içinde çürüyen aile kurumunu, yozlaşan kişiler arası ilişkileri hamasete kaçmadan, sinsice ve usulca gösteriyor.Kanımca, -eleştirelere sebep olsa da- ilk yarının oldukça ağır ilerlemesinin, olay örgüsünün izleyiciyi kastıra kastıra açılmasının sebebi de bu.Bir yandan Hitchockvari bir suç gerilimiyle de karşı karşıyayız.Hitchcock’un geciktirmeli kurgusunun, akıcı uzun çekimlerle yaptığı mekan tanıtımlarının ve alttan alta işleyen mizahının Chabrol’un kamerasından nasıl yansıdığını görmek adına bile ilginç bir film.(Örneğin, 59. dakikadaki araba kazası sahnesi Frenzy’ye selam göndermekte) Üstelik yönetmenin teknik ustalıklarının üstüne bir de karakterlerin derinliği eklenince psikolojik gerilimin şahikasına ulaşıyorsunuz.

Filmin konusu kısaca şöyle, zengin ve tam bir salon beyefendisi olan Charles, karısı Helen’in kendisini aldattığından kuşkulanır ve bir özel dedektif tutar ve sezgilerinin doğru olduğunu anlamakta gecikmez.Eşi, kendisini kent merkezinde ikamet eden ikinci sınıf bir yazarla aldatmaktadır. Charles, sakince konuşmak niyetiyle karısının aşığının evine gider.Ama bu ziyaret bir kıskançlık cinayetiyle sonuçlanır.Film konusu itibarıyla, eleştirmenler tarafından Chabrol’un anaakıma en yakın filmlerinden biri olarak değerlendirilir.Senaryo çok iyi çalışılmıştır ve başroldeki kadın oyuncu, Stéphane Audran ki yönetmen Chabrol’un eşidir aynı zamanda etkileyici bir biçimde rolünü oynar. Michel Bouquet, yani Charles ise adeta döktürür. Yüzündeki o belli belirsiz mimikleri ile,oynadığı karakterin iç dünyasına dair haddinden fazla şey anlatır. Chabrol da oyuncusunun yeteneğinin farkında olmalı ki, Bouquet’in yakın plan yüz çekimlerine ağırlık verir.

Bu iki yetenekli oyuncu, elindeki insan malzemesini işlemede üstat olan bir yönetmenle bir araya gelince La Femme Infidele gibi bir ziyafet ortaya çıkıyor.Karakterlerin isim seçimleri kasıtlı, kadın Truvalı Helen’e adam da Madam Bovary’nin kocası Charles’a gönderme yapıyor. Antik Yunan tarihinde Truvalı Helen’in nasıl temsil edildiğini ve Flaubert’in Charles karakterini nasıl işlediğini düşününce bu göndermelerin biraz antifeminist olduğunu düşünmekteyim.

Fransız Yeni Dalga Akımı’nın olmazsa olmazı; ne yapacağını bilemediğimiz, sağı solu belli olmayan karakter işlenişi bu filmde de var. Diğer yandan her iki karakterin kendisinden de bir emin olamama durumu var gibi… Charles neredeyse aciz durumda gösterilmiş, bir yandan çok sakin ama beynini kurtların kemirdiğini biliyoruz. Ama sonradan o acizlik gidiyor ve baskın bir karaktere dönüşüyor. Helene tipik “aldatan, fettan kadın” temsilinden çok uzakta. Aksine; evine, ailesine ve özellikle çocuğuna düşkün, sorumluluk sahibi, aklı beş karış havada olmayan, oturaklı bir karakter olarak çizilmiş. Kısaca izleyici olarak beynimizi tembelleştirecek klişelerin, ufak “özdeşleşme” hilelerinin, anaakımın bildik nedensellik örüntülerinin epey dışında… Karakter işlenişindeki özdeşleşme dinamikleri açısından düşününce, yönetmenin seyirciyle arasında bilerek ve isteyerek bir mesafe bıraktığı belli oluyor.

Filmin etkisi yavaş yavaş ortaya çıkıyor demiştik. Film, izleyicisine, metni yedire yedire veriyor ve seyredeni çaktırmadan ele geçiriyor. Yönetmen burjuvazinin günahlarını hallaç pamuğu gibi atarken, sizi de hissettirmeden yavaş yavaş yakıyor. Bu etki akışla ve metnin çok katmanlılığı ile sağlanıyor. Nitekim, Chabrol filmin akışı üzerinde yoğunlaşarak gerilimi iliklerinize kadar hissettiriyor. Kanımca, böyle çok katmanlı filmler en az iki ya da üç seyir gerektirmekte. Daha sonra dönüp tekrar izlemek  ve o hissetirmeden yakan anları keşfetmek için ihtiyaç duyabileceğiniz bir seyirden bahsediyorum.Anlatı tamamen Charles’in bakış açısından ilerliyor. Akışın verdiği gerilim diye bahsettiğimiz durum, Charles’in karısından adım adım şüphelenme süreci. Öyle bir anda karşılaşılan bir ihanet olayı, dramatik rastlantılar, seyirciyi şaşırtan ani çıkışlar olmadan damla damla şüphelenen bir kocayı izliyoruz.

Chabrol sıradan bir ihanet hikayesini anlatının fonuna yerleştirerek burjuvazinin püriten ahlak anlayışını ve orta üst sınıfın dertlerini tiye alıyor. İki ana karakterin iletişimsizliğinin ve ilişkilerinin yüzeyselliğinin vurgulanmasını da Chabrol’un sınıfsal eleştirisinin içine dahil edebiliriz. Helen ve Charles çiftinin fazlasıyla soğuk, düz ve mekanik ilişkileri adeta nesneleşen ve yabancılaşan insan prototipini yansıtmakta… Filmin duygusal tansiyonunun yükseldiği son sahnelerinde dahi iki karakterin birbirine duygu yüklü ifadelerini göremiyoruz. Bir kez Charles’dan “Seni delicesine seviyorum” sözünü duyuyoruz ama o bile “Bugün hava nasıl?” kıvamında dökülüyor ağzından. Çocukları, çiftin tek ortak yanı gibi gözükmekte. Oysa ki ilk etapta baktığımızda orta sınıfın tüm arzu nesnelerine kavuşmuş bir çift resmi çizilmiş:Sevimli ve akıllı bir çocukları, kocaman bir bahçe içinde güzel bir villaları, arabaları, hizmetçileri ve son derece konforlu bir yaşamları var. Hafta sonları arkadaşlarıyla eğleniyorlar, aralarında kavga gürültü yok. Her şey son derece “nezih” ve “steril”. Charles’in pahalı mobilyalarla döşenmiş ofisi ve çekici sekreteri de cabası…

Filmde dikkatimi çeken bir başka unsur burjuvazinin kıymetli eşyalarıyla kurduğu fetişistik ilişkiye dair yönetmenin vurgularıydı. Kocaman mobilyalar, varaklı kitch denilebilecek yatak odaları, kristal bardaklar, porselen fincanlar, mermer heykeller ve türlü türlü ne işe yaradığı belli olmayan objelerden müteşekkil mekanların içinde kaybolan insanlar… Zaten karakterlerin kaderlerini belirleyen kritik anın tetikleyicisi de, tam da böylesi bir obje olan ne idüğü belirsiz bir çakmak. O tuhaf çakmağın hemen ardından Charles’ın eline aldığı cinayet aletinin kendisi de replika bir antik kadın büstü. Belki de savaşlar çıkaran Truvalı Helen’in replikasıdır, bunu bilemiyoruz.

Charles ve Helene karakterleri orta ve üst sınıfların konformizmine dair ironik bir temsil sunmakta.  Çiftin güzide ve nezih hayatının bir anda nasıl tekinsiz ve kırılgan hale gelebildiğini görüyoruz. “Makbul koca”, salon beyefendisi Charles bir anda soğukkanlı bir katile dönüşebiliyor mesela. Diğer yandan örnek anne Helen’in kocasını neden aldattığına dair mantıklı bir neden gösterilmiyor. Helene çok feci aşık oldu, bütün gemileri yaktı da diyemiyoruz. Çünkü ortada öyle tutkulu bir yasak ilişki de görünmüyor. Üstelik Helen aşığına “Kocası olmadan yaşayamayacağını” da ima ediyor. İki sevgilinin ilişkisinin yoğun duygular içermediği yazar ve Helen’in birbirleri hakkında bilgi sahibi olmamasından da aşikar. Üç dört haftadır görüşmelerine rağmen Helene adamın hayatını hiç merak etmemiş. Yazarın boşanmış olduğunu ve çocukları olduğunu bile yeni öğreniyor. Keza, tanışma hikayeleri de o kadar bilindik ki: Sinemada tesadüfen tanışıp ardından bir şeyler içmeye giderler. Ondan sonra da yazarın küçük evinde görüşmeye başlarlar.  Bu durumda Helene, hayatına bir renk getirmek için bu ekstra-marital ilişkiye girmiş diye bir yorumun çok temelsiz olmayacağını düşünüyorum. Cinayet olup bittiğinde ve Helen katilin kocası olduğunu anladığında da tepkisiz. Hatta kocasıyla olan sıkıcı ve yüzeysel ilişkilerine tam da bu noktada bir anlam geliyor gibi.

Helene’nin katilin Charles olduğunu anladığı an filmin kırılma noktalarından biri. Sevgilisinin fotoğrafını Charles’ın eşyaları arasında bulduğunda suç delilini oracıkta yakarak ortadan kaldırıyor. O noktada Helene’in da bu cinayete ortak olduğunu kabul edebiliriz. Helen’insuç kanıtı fotoğrafı yakarken yüzünde tecessüm eden belli belirsiz gülümseme Charles ile arasında tekrar kurulan bağın simgesi oluyor. Bu iletişimsiz, birbirleriyle konuşmayı bile unutan çift bir cinayetle tekrar bağlanıyorlar. Kadının bu cinayeti onaylaması ihanetin kime karşı olduğunu da tartışmaya açar. Bu durumda Helen’in aslında kocasını mı yoksa yazar sevgilisini mi aldatmış olduğu, izleyicinin yorumuna açık bir soru olarak kalır.

Filmin devamı Chabrol’un burjuvaziye en keskin dokunuşlarını yaptığı yerler diyebiliriz. Cinayetten sonra Helen ve Charles hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam etmeye çalışırlar. Düzeni ve statükolarını her daim koruyan, konforlarından en küçük tavizi bile vermeyen bir çabanın içine girmişlerdir. Sanki çift kendilerinden beklenileni yapıyor, “aile” kurumu her daim korunuyor, ideal evlilik hayatı aynı şekilde devam ediyor. Hatta yeni bir renk geliyor. Çünkü Charles, ayağa kalkmış, “erkeklik performansını” göstermiş ve kendine ait olan kadını geri almıştır. İktidarını rakibini ortadan kaldırarak tekrar kuran Charles, bu noktadan sonra Helene’i hak etmiştir. Böylece Helene de eski sevgiliyi bir çırpıda unutmuştur.

Chabrol diğer pek çok suç filminde yaptığı gibi yine bir “suç”un merkezinde karakterlerini topluyor. Sıradan insanları cinayete kadar götüren süreci, adım adım izliyoruz. İzleyicisini “katil kim?” bilmecesiyle oyalamadan, merak unsurunu kullanmadan, her şeyi apaçık göstererek gerilim yaratmayı başarıyor. Bu sayede filmin olay akışı içinde sürüklenip gitmekten azade; düşünerek ve sorgulayarak bir seyir yapma imkanı doğmakta.Böylece filmin asıl meselesine odaklanabiliyoruz: Suçun kolayca kabullenilmesi, suç karşısında kişilerin kayıtsız hali, suçluluk duygusu ve vicdan muhasebeleri… Hitchcockla arasındaki en büyük fark da bu; “suçlu er geç yakayı ele verir” önermesinde saklı bana göre. Çünkü, La Femme Infidele‘in sonu müphemdir. Evrensel adalet yerini bulur klişesi işlemez. Daha beteri, birden kendinizi “keşke suçlu yakalanmasa da bu güzel aile ve tatlı çocukları mesut bahtiyar hayatlarına devam etse” derken bulabilirsiniz. Filmin ilk sahnesinde çiftin evlerinin önü aydınlık ve parıltılı; huzur içinde görünmektedir.Başlangıçtaki berrak çekimlere karşın, son sahnede evin arka tarafı kasvetli bir orman manzarası önünde, kadın ve çocuğun yüzüne gölgeler düşmüş şekilde görünür. Evin ön ve arka yüzünü temsil eden bu iki çekim planı büyük ihtimal Chabrol’un meseleyi görüntü ile metaforlaştırmadaki ustalığıdır.

Chabrol, tür sinemasının dinamiklerini ve Yeni Dalga’nın formüllerini bir arada tutarak seyretmesi bugün de çok keyifli olan bir film yapmasına ilaveten güncelliğini hiç kaybetmeyen burjuva ahlakını, gösterişçiliğini ve ikiyüzlülüğünü sorgulamayı da başarmış. Aziz Augunistus bundan 1600 yıl önce quaestio mihi factus sum diye özetlemiş durumu. Yani şunu demek istemiş; “insanın anlama çabası büyüleyici bir şey olsa da sonu gelmeyen bir süreçtir”. Her yeni anlam ardından başka sorular doğurur ve bu biteviye devam eder. Fatmagül Berktay; “anlamak bir serüven gibidir ve her serüven gibi nereye varacağı belli olmaz, tehlikelidir” der. Ama tam da bu nedenle benzersiz deneyimler yaşatır insana anlama çabası. Chabrol da kendisiyle birlikte izleyicisini de bu anlama macerasına çağırır. Yanıtını bilemeyeceğimiz ama cevabını aramamız gereken sorular sorar. Genel geçer kabullerimizi sorgularken yeni anlama serüvenlerine çıkmamız için davet eder. Ötekinin eleştirisi, özeleştiriyle beraber gittiği zaman bu serüvenin tehlikeleriyle baş edebiliriz gibi geliyor. Bütün mesele, benin ötekini anlamaya çalışması ve buradan yola çıkarak kendini de anlaması. Başlangıçta sorgulanmamış varsayımlarımızı ve önyargılarımızı ortadan kaldırmanın en uygun yolu bu sanırım. Bir de; önce anlayıp ondan sonra sorgulama çabası bizi kötülüğün sıradanlığına düşmekten kurtaracaktır diye düşünüyorum.