Takeshi Kitano’nun yazıp yönettiği Dolls, iç içe geçmiş,zaman zaman dönemeçlerde kesişen üç hikayeden oluşur. Yoğun kırmızı renkler eşliğinde aşkı ve gerçekliği sorgulayan film, mutlu sonla biten klişeleşmiş romantik hikayelerin aksine, hüzünlü bir Japon masalı olarak sona erer.

Filmin ana fikri ise, Kitano’nun çocukluğunda gördüğü iki dilenciye dayanıyor. Tıpkı filmdeki gibi, bir iple birbirine bağlanan iki dilencinin aşkı Kitano’yu derinden sarsmış ve senaryoya aktarmış. Bir süre sonra ise senaryoya Japonya’nın Shakespeare’i olarak bilinen Monzaemon Ckikamatsu’dan iki ayrı oyun daha dâhil edilmiş.

Film birbirine iplerle bağlı bir çiftin Matsumoto ve Sawako’nun öyküsüyle başlar. Evlenmelerine engel olunmasıyla intihara kalkışan Sawako geçirdiği beyin hasarının sonucunda kim olduğunu hatırlamaz ve bakımevine yerleştirilir. Başkasıyla evlenmeye zorlanan Matsumoto ise haberi duyar duymaz düğünü terk eder ve bundan sonra hayatının geri kalanını Sawako ile geçirir. Bir çocuk gibi hareket eden, kimseyi tanımayan ve alıp başını giden Sawako’yu korumak adına Matsumoto bir iple kendisini sevgilisine bağlar. Bu bağ sadece fiziksel bir birliktelik değil aynı zamanda onların kaderi olmuştur.

Filme adını veren ve açılış sahnesinde yer alan bunraku 17. Yüzyılda Japonya’nın Osaka kentinde doğmuş geleneksel bir kukla gösterisiymiş. Filme ismini veren oyuncaklar ve film boyunca kullanılan kuklalar yönetmen Kitano’nun filmografisi açısından ilk ve tek de değil.

Lineer akış göstermeyen ve birbirine tamamlanarak ilerleyen üç hikaye alışık olmadığımız bir üslupla önümüzde. Görsel olarak da hayli iyi estetize edilmiş bir film. Fazla hareket etmeyen kamera akıllardan silinmeyecek tablolar oluşturuyor.

Filmin ikinci hikayesinde ise Hiro’nun sevgilisiyle bir bankta oturmalarına ve Hiro’nun ayrılık kararını açıklamasına tanık oluruz. Sevgilisi her cumartesi bu banka gelip kendisini gelene kadar bekleyeceğine söz verir. 30 yıl sonra aynı bankta tekrar birlikte oturmaları ve kadının belki de anlam veremediğimiz bağlılığı filmin ilginç sahnelerinden biridir.

Filmin üçüncü hikayesinde bu sefer farklı bir bağlılık hatta saplantı çeşidini görürüz. Bir pop yıldızı hayranının, şarkıcıya olan bağlılığı ne boyutta olabilir ki. Bir trafik kazası sonrası gözünü kaybedince şarkıcılığı bırakan ve şöhretinden olan Haruna’ya yaklaşabilmek için hayranı Nukui’nin göze aldıkları beni epey şaşırttı.

Her biri ölümsüz aşk üzerine olan bu hikayeler ne homojen şekilde birbirlerinden ayrılıyor, ne de tam anlamıyla paralel kurgularla veriliyor. Her üç hikayede de Haruki Murakami’nin yazdığı gibi kader sürekli yön değiştiren küçük bir kum fırtınası gibidir. Bazen ne kadar yön değiştirirsen değiş, kum fırtınası senin peşinden geliyor.

Birbirine teğet geçen hikayeler, oldukça naif bağlarla bir bütün oluşturuyor ve bu üç aşk öyküsünü izlerken, insanlık tarihindeki bütün mutsuz aşklara tanık oluyormuşuz gibi hissediyoruz.

Zira, yeryüzünün soğuk duruşuna ve kalabalıkların bezdirici sıradanlığına inat, her aşk büyük bir cesareti ve bilinci barındırır içinde. Hiç kuşkusuz, Sawako ile Matsumoto bunun ilk örneği değildir, umuyorum ki, son örneği de olmayacaklardır…

Takeshi Kitano, ölü kelebeklerin, bibloların, otomobillerin altında ezilen pembe topların peşine düşmüş seyirciyi her biri tablo gibi olan sahnelerde düşünmeye iter.

Matsumoto ve Sawako filmde karşılaştığımız ilk karakterler ve finalde yine onlar karşılıyor bizi. Picasso, eğer hissettiklerini kelimelere dökebilseydi, Guernica tablosunda 16 fırçaya başvurmazdı ve bu nedenle Kitano bir şeyleri anlatmak için diyalogları reddetti. Kitano’nun duyguları tanımlamak için diyaloglara ihtiyacı yok, kendi yarattığı anlamlar evreni oldukça yeterli…