Tarkovsky’nin sanatını anlayabilmek için, birey yaşamın anlamını sorgulamalıdır. Bu anlam bireyin spiritüel olarak kendini geliştirmesi yönündeyse sanat da bu hakikat aşamasında bireye destek olmalıdır. En azından bu durum Tarkovsky’nin gözünden böyle görünür. O, bu durumun dünyayı bilmek şeklinde adlandırılmaması gerektiğini, sanatın diğer entelektüel aktiviteler gibi dünyayı bilmek amacı taşımasından ziyade, bireyin kendi ruhsal yeteneklerini zenginleştirmesine katkı sağlayan bir mekanizma olması gerekliliğini vurgular (1983).
Diğer tüm alanlarda geçerli olduğu gibi tek başınalığı sevmek gerekir ve kendi kendine kalabilme yetisi, bireyin dünyayı anlamlandırma çabasının bir zaferidir. Tarkovsky bu durumun ‘‘yalnız olmak’’ anlamına gelmediğini söyler, tam tersine bireyin kendinden sıkılmaması şeklinde nitelendirilmesi gerektiğini ifade eder. Peki, Tarkovsky’nin ‘’kendinden sıkılmamak’’ tanımı bireyin kendine yabancılaşmasına duvar çeker diyebilir miyiz?
Bu noktada Zeki Demirkubuz, 2016 Gezici Film Festivali’nde Kor gösterimi sonrası izleyici sorularını yanıtlarken, kendi sanatına dair yaptığı açıklamaları aklıma getirdi. Sonuç bekleyen filmlerin seyirciyi beklentiye sokma durumundan bahsetmişti. Dolayısıyla filmlerini seyirci için değil kendisi için yaptığını söylemişti. Zeki Demirkubuz’un yorumu, seyirci için film yaparsa sarsılır. Demirkubuz’un birkaç filmini izlediyseniz onun sinemasını gözlemleme şansı bulmuşsunuzdur. Sinema kurallarının ve üretim sürecinin dışında kalmaya çalışan Demirkubuz, suç, vicdan, kötülük, irade/iradesizlik, insan psikolojisi, nedensizlik, suçluluk, sadakat gibi temaları filmlerinde kullanmaktadır. Dostoyevski gibi kurtuluşun acıda ve kötülükte olduğuna inanmaktadır. Kötülük ve suç vicdan getirmektedir. Bu yüzden karakterleri bir yanları ile kötü insanlardır (Pösteki, 2005).
Demirkubuz’un bu temaları kullanmasının ardında yatan şeyle Tarkovski’nin ‘’yalnız olmak’’ ve ‘’dünyayı anlamlandırmaya çalışırken tek başınalığı keşfetmek’’ görüşü benzer kapıya çıkıyor. Birey, dünyada kendini anlamlandırabildiği süre zarfında etik algısını biçimlendirebilir ve kendine yetebilmeyi öğrendiği zaman zarfında benliğin tanınması yani kendi özelliklerini keşfetmesi, us ile kalp arasındaki köprüyü sağlam bir şekilde kurmaya yardımcı olacak önemli noktalardan biri olabilir. Dolayısıyla Zeki Demirkubuz’un filmlerini seyirci için değil kendisi için yapması, bir bencillik olarak adlandırılmamalıdır. Kaldı ki Demirkubuz bir ifadesinde başkaları için film yapmamasının nedenini kendisine karşı duyduğu saygıya bağlamıştı. Kendine olan saygısından ötürü kendi yolunda keşfettiği değerleri seyirciye aktarması bencilliğin değil, anlamlı bir paylaşımın göstergesi olarak nitelendirilmelidir. Kaldı ki Kader’deki Uğur’u seyirciye anlatan göz tam olarak buradan yola çıkmaktadır. Özgür kadınların erk gözünden temsili, hakikatin sundukları arasında yer almaktadır.
Sinemayı farklı bir anlatım aracı olarak değerlendirmeye çalışan Zeki Demirkubuz gibi yönetmenler bir farkındalık yaratmışken -bu farkındalığı popüler sinema üzerinden beslenerek yaratmışken- ortaya koydukları çalışmalar biraz olsun gücün sınırlarını zorlamamalı mı? Bu noktada Türk Sinemasına alternatif bir soluk getiren yönetmenler, filmlerinde ciddi sorunları ele almıştır, evet. Sinemasını popülist çizgiden uzaklaştıran ve onlara farklı bir hava veren yapı da bu sorunlara yer vermesinden kaynaklı olabilir.
Sinema sınıfsal meselelerin ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yoğun talep gördüğü mecrayken popüler sinema da bundan nasiplenir. Dolayısıyla popüler sinema kendi izleyicisini de çoktan yaratmıştır. Pösteki bu tarz seyirciyi, 1980 sonrasının depolitizasyon sürecinde yetişen, film izlerken zevkli saatler geçirmek isteyen, dolby stereo ses, rahat koltuklar, popcorn ve cola talebi olan genç bir kitle şeklinde tanımlar. Bu kitle, renkli, komik, apolitik ve sorunsuz filmler izlemeyi tercih eder (Pösteki, 2005). Tüketim odaklı olan bu tarz filmlerin derdi de gişedir. Arz talep meselesi söz konusudur. Kocan Kadar Konuş, Her Şey Aşktan, Aşk Kırmızı, Romantik Komedi gibi popüler oyuncuların yer aldığı ve seyircinin yaşamak istediği hayatın beyazperdeye aktarılması aynı meselenin sonucudur. Kadın-erkek ilişkilerinin ele alınış biçimlerinin kendini yeniden ve aynı düzlemde tekrar etmesi, ataerkil sinemanın getirisidir. Bayatlamış konuların tekrar tekrar üretilmesi, bir noktada kültürün güce hizmet etmesinden kaynaklanmaktadır.
Bir aralar sosyal medyada yeni vizyona giren “Kötü Çocuk” filminin ilk üç günde çok izlenmesinden şikâyetçi olan yazılar dolanıyordu. Meriç karakterinin ağır ağabeyliği ve kadınların Meriç’e tav olması durumundan bahsedilmişti. Türkiye’deki genç kadınlar da Meriç’i aşık Kalya’nın yerinde olmayı arzuluyorlarmış. Neden Türkiye izleyicisi bu filmi üç günde göklere çıkarırken Mustang’a aynı ilgiyi göstermemiş?
Deniz Gamze Ergüven’in ilk uzun metrajlı filmi olan Mustang, beş genç kadının özgürlükleri uğruna vermiş olduğu mücadeleyi konu alıyor. Toplumsal cinsiyet baskısının söz konusu olduğu ve kadının ikinci sınıf konumda tutulduğu bir ülkede, beş kadın karakterin özgürlükleri uğruna vermiş olduğu mücadeleyi anlatan bir film ve evet Kötü Çocuk fazlaca rağbet görürken neden Mustang’ı sadece yirmi beş bin kişi izledi? Çünkü Mustang’ın başrollerinde yer alan oyuncular Türkiye’de popüler değil; tanınmıyorlar yani sıradanlar. Ayrıca seyirci sorunlardan kaçmak isteyip hali hazırda yaşam mücadelesi verirken, kapitalizmin ağına elini kolunu kaptırmışken neden Mustang ya da Tereddüt, Kader, Sonbahar izleyerek kendini tüketsin? Yaşadığı hayatı izlemektense arzu ettiği hayatı izlemeyi tercih eden bir kitle, seçkin tüketicidir. Popüler sinema bu seçkinliği yakaladığı için seyirciye oynar ve onu tüketmeye, hayal etmeye, umudun eşiğinde kıvrandırmaya mahkum eder. Böylelikle izleyici de kendini ve yaşadığı dünyayı sorgulamaktan kaçınan bir kitleye dönüşür.
Nihayetinde Demirkubuz, Ustaoğlu, Esmer, Ergüven ve Alper gibi yönetmenlerin sinemasını ciddiye almakta yarar var. Onlar seyirci kaygısı gütmeden kendi filmlerini yaratırken, izleyici de bu kaygının farkında olup malum meseleden kendine pay çıkarması gerekiyor. Arzu ettiği dünyayı beyazperdede izleme isteğinin makul karşılanmasıysa beraberinde kendine yabancılaşan bir toplumun varlığını kabul etmeyi getirir. Dolayısıyla bu popülistlik üzerinden kendine bağımsız bir alan yaratan ve bir şekilde farklı bir sinema ile kendilerini diğerlerinden ayrı tutan yönetmenlerin bu makul isteği avantaja dönüştürmesini beklemek, bunu kendine dert edinenlerin haklı bir isteğidir. Yani bağımsız sinemaya gönül veren yönetmenlerin heykeli dikilse yeridir.Kendini sorgulayan bireylerle güneşin altında yanmayı, benliğine yabancılaşmış bireylerin yarattığı toplumun gölgesinde dinlenmeye yeğlemek gerek.
Kaynakça:
Pösteki, N. Türk Sinemasına Yeni Bakış: Yönetmen Sineması, (2005)
Sanat Anlam ve Yalnızlık Üzerine, Tarkovski, (1983) https://www.youtube.com/watch?v=DDB3nynF8F4