“ben bir duvarım, hiç güneş görmedim

sen hiç güneş görmemiş bir başka duvar.”/Attila İlhan

 İniş çıkışlar, düşüşler, bir türlü kalkamayışlar ve dinmeyen bir fırtına… Acının en son raddede, mutluluğun ise göz açıp kapayıncaya kadar sürdüğü iki savruk hayat; Cahit ve Sibel… Herkes durmadan birbirlerinin hayatlarını mahvettiklerini söylese de, birbirlerine yaslanarak hayata tutunmaya çalışanların hikayesi. Hayatlarındaki ortak noktaları aidiyet duygusunun eksikliği olan iki eksik insan ve iki toplum…

Duvara Karşı, arafta kalmış, yersiz-yurtsuz kimliklerin hikâyesidir. Hamburg ve İstanbul arasında geçen hikâye, tam da Doğu ile Batı’nın karıştığı İstanbul Boğazı’nın kıyısında, altı kişiden oluşan bir fasıl heyetinin performansı ile başlar. Senaryodan bağımsız olan bu Klasik Türk Müzik orkestrası, filmi kesitlere ayırarak, bir yandan da senaryonun akışına uygun sözler barındırarak karşımıza çıkar. Tragedyalarda anlatı arasına girip, olanları yorumlayan koro misali bu alaturka şarkılar, bizi duygu sellerinde ordan oraya sürükler. El kamerası ile çekilen film, bir türlü hayatları düzene oturmayan karakterlerin öyküleriyle ahenk oluştururken, fasıl sahneleri nefes alma noktası haline gelir.

Film, daha önce yapılan göçmen filmlerinin dışına çıkarak, aykırı karakterler üzerinden yola çıkar. Sibel aşırı muhafazakar aile yapısından çıkmak, kendisini sınırlayan duvarları yıkıp özgür bir kadın olarak yaşamak ister. Cahit ise eşini kaybettikten sonra her şeyi boş vermiş, nihilist ve yaşamdan hiçbir beklentisi kalmamış bir adamdır. Türk aile yapısı ve Avrupa tipi birey arasında, iki farklı sosyolojik  yapının şekillenmesi ile birlikte, farklılıklar göçmen ailelerin çocukları üzerinde olumsuz etkiler yaratabilmektedir. Bu etkilerin en başında ise aidiyetini oluşturmakta güçlük çeken savrulan çocukları gösterebiliriz. Sibel de tam olarak bu bahsettiğimiz durumun içindeki bir karakterdir. Ne tam olarak buraya aittir, ne de oraya.

İnsanın geçmişi onun ürettiklerine yansır. Bu açıdan filmin, yönetmen Fatih Akın’ın yaşamından izler taşıdığını söyleyebiliriz. Yönetmen röportajlarında da bahsettiği kadarıyla, küçüklüğünde Yeşilçam melodramları ile büyümüştür. Özellikle filmde kullanılan müzik türlerinde ilginç bir birleşim vardır. Alaturka, punk, arabesk, rock hepsi bir aradadır. Hayatı da, ruh hali de, kalbi de oldukça karışık ve dengesiz olan insanlar nefes almaya bir şekilde devam ederken, arkalarında hem Sezen Aksu hem de Depeche Mode çalar.

Aidiyet, her ne kadar bireysel seçimlere dayansa da, bireyin bağlılık ve sadakat ilişkileri geliştirebileceği bir grupla özdeşleşme tecrübesidir ve dolayısıyla tek başına yaşanan bir tecrübe değildir. Üstelik aidiyet duygusu sosyal ve kültürel etkileşimlerin sonucuna bağlı olarak güçlenip zayıflayabilir.[1] Filmdeki Sibel karakteri de bu ikilemi temsil eden biri olarak karşımıza çıkar. Sibel toplumsal konumundan kaynaklanan bu dualiteyi reddetmektedir. Sibel’in aidiyeti yalnızca kendisinedir. Özgürleşmek için ise ilk adımı, ailesinden kopmaktır. Bunun içinse her yolu deneyecektir. Onu kısıtlayan, tekleştiren bu kültürden yine o kültürü kullanarak çıkacaktır. “Şeytandan kurtulmanın tek yolu şeytana uymaktır” (Dorian Gray’in Portresi, Oscar Wilde, 2016: 31).

Filmde yer alan imgelerle birlikte; kültür ve ahlaki değerlerle arada kalmış ikinci kuşağın doğru düzgün var olamamış bireyliklerine göndermeler yapılır. İki apayrı dünyaya ve bu dünyalara ait değerlere maruz kalan bu bireyler, bir türlü tutunamamakta ve iki uzam arasında silikleşen kimliksiz bireylere dönüşmektedirler.

“- İstanbul renkli, hayat dolu bir şehir. Burada yaşamayan tek şey benim”.

Sibel, İstanbul’da da Almanya’daki gibi özgürce(?) yaşamak için çabalar ama bir türlü başaramaz. Sibel, toplum için bir yabancıdır, farklı olandır.

İnsan bir yerlerden kopar, başka bir yerlere bağlanabilir ama kendisinden kopması mümkün değildir..

Yıkım ve restorasyon, bu filmde oldukça yakın  birbirine. İki ana karakterimiz de hayatın en uçlarına kadar adım adım yürümüş, yaşam ve ölüm arasındaki o ince çizgiden defalarca sürünerek geçmişlerdir. Filmde her şey dengesiz, adeta durulmayan bir deniz. Her şeyi kaybetmiş insanlar, bir daha geri yaşanılmayacağı bilinen o kısacık anlar, durdurulamayan önüne bir türlü geçilemeyen bir zaman, bir yerlerden tanıdık gelen o savruluş hali. Sonunda duvar olduğu bilindiği halde son sürat gidilmeye devam edilen karanlık yollar. Ve bodoslama düşüş hali.

Filmin Almanca ismi “Gegen Die Wand” içinde duvara çarpabilme hissiyatını da beraberinde taşır. Sanırım duvara karşı durmaktansa, çarpma hissi filme daha uygun bir isim olmuştur.

“Ağla Sevdam” ile Ağır Roman filmine(1997, Mustafa Altıoklar) selam çakan film, beni tam da o sahnelerde derbeder etmiştir. Nihayetinde, Duvara Karşı çok sağlam bir film. Aşkın pencereden şehire doğru yol aldığı bir film. Kolay hazmedilemeyecek ama kendini unutturmayacak bir film…

Birol Ünel’e…

[1] Alptekin, D. (2011). Toplumsal aidiyet ve gençlik: Üniversite gençliğinin aidiyeti üzerine sosyolojik bir araştırma (Doctoral dissertation, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimleri Enstitüsü).