İnsanlar tek bir şey değildir!

Bir ülkeye, bir kente, bir eve, bir insana yalnızlaşmak… The Last Black Man in San Francisco, hiç şüphesiz rüya gibi bir sinema yılı olan 2019’un en köşelerde kalan yapımı. Üzerine yeterince yazılar yazılmamış olması çok şaşılacak bir durum değil tabii ki. Yine de hissettirdiklerinin dikkate değer olduğunu belirtmek isterim. Sıcak bir duşun ardından buzlarla dolu bir kovaya girmek gibi anında sahip olduklarından uzaklaştıran bir film. Yabancılaştıran bir toplumun ağır ancak nadide bir hüznü. Klasik bir ırksal çatışmanın ürünü değil. Melodramatik bir aşkın tezahürü de değil. Bir adamla yurt özlemi arasındaki kıyasıya dönen bir yer arayışı!

Filmimiz, dedesinin inşa ettiği ve hayatının bir döneminde de oturduğu evi geri alma hayalleri içinde yanıp tutuşan Jimmy Faills’in ve dostu Mont’un hikayesini anlatıyor. Minimal bir hikayenin ardında yatan çok büyük bir yer arayışı var aslında. Toplumu sorgulayan, her geçen gün değişen, kentleşen bir dünyada yer bulmaya çalışan bir ikilinin ardından geliyoruz. Soyluların artmasını sağlayarak elitist bir anlayışı savunmayı amaçlayan bir şehirde tarihi dokusunu oluşturan insanların eşitliksiz bir toplumun altındaki mücadelelerini filmin alt metinlerinden görüyoruz. Bir şehrin tahakkümü altında yabancılaştıran bir mücadele. Bu mücadeleler yoksulluk, siyahilik, erkeklik, dostluk gibi alt basamaklar halinde gözler önüne seriliyor. Irkçılığın yalnızlaşmış bireylerin dramına indirgenmesi hikayenin aidiyet damarlarını belirginleştiriyor.

Jimmy’nin hayatının merkezinde dedesin yaptırdığı evi almak yatıyor. Ancak Jimmy’nin bu eve yüklediği mana sadece o evin elinden alınmasıyla ilişkili değil. Jimmy parçalanmış bir ailenin aynı zamanda merkezi konumunda. Babasıyla sıkı bir ilişkisinin olmadığını, annesiyle ise yıllar sonra bir otobüsün içinde karşılaştığını görüyoruz. Kendisi ise dostu Mont’un alt sınıf bir mahalle evi mizansenine sahip evinde yaşadığını görüyoruz. Böylelikle bu, evi metaforik bir anlatıya ulaştırıyor. Ev, aile demek. Jimmy’nin yıllardır bir yer arayışı içinde olduğunu kopuk hayatının tekrar bağlanması için o eve ihtiyacı olduğunu anlıyoruz. Ev, artık bir umut, geçmişe dair bir özlem niteliği taşımaya başlıyor.Film, ev ile kurduğu bağa pek alışılmadık bir romantizm de katıyor. Bir aşk öyküsünün içinde tutkulu bir sarılmayı izliyoruz. Çünkü değişen toplum, değişen kentler standardında hayatı idame etmek için bir yere sıkıca sarılmak istiyoruz. Toplumun içinde daima sıkıntılarla yüzleşen siyahilerin yer arayış sorunlar ise aslında hala taze. Çünkü ırksal öfke bireylerin kapalı dünyalarında yalnızlaşmaları sonucu ortaya çıkıyor. Bunaltıcı fiziksel ve toplumsal ortam hayatın dışına süratle itilmeye neden oluyor.Bu süratle itilmenin rahatsızlığında Jimmy’nin kaykayında sürekli yer edinmenin peşine düşüyoruz. Ve sona doğru ulaşırken Jimmy’nin o evden daha fazlası olduğunu Jimmy’nin “tiyatral” yüzleşmesiyle anlıyoruz.

Sinemanın içinde her zaman bir arayış oldu. Varoluşsal bir çıkmazın içindeydi kimi zaman oyuncular, yönetmenler. Bu arayışın içinde farklı bir yol aldı Yönetmen Joe Talbot. Bir ilk film, The Last Black Man in San Francisco. Bir ilk filme nazaran büyüleyici bir görselliğe sahip. Sinematografisi etkileyici bir belgesel kadar şaşaalı. Wes Anderson filmlerinden patlama renk paletlerine sahip. Büyüleyici görselliğinin altında yönetmenin çekim tekniklerindeki ustalığı da göze çarpıyor. Özellikle anlatısını sinemanın velinimetlerinden olduğunu düşündüğüm truck kamera hareketiyle süslüyor. Bu da San Francisco sokaklarında Jimmy’nin kaykay ile kayışını takip ettiren ve filmin seyir zevkini oldukça arttıran bir etmen olduğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda dramatik müzikleriyle filmin seyir zevkini müzikaliteyle devam ettiriyor.

Filmin hissettirdikleri hiç şüphesiz çok fazla. Ancak film izleyenden sabır da istiyor. Dram ağırlıklı anlatısını hızlı kurmuyor yönetmen. Katmanlar arasında yavaş yavaş ilerliyoruz. Film ile bir bütün haline geldiğimizde ise kendi yerimizi sorgular hale geliyoruz. Filmin sonuna doğru hissettirdiklerini tiyatro halinde özetleyen sahneden bir söz ile yazıma veda etmek istiyorum.

Bize izin verin!

Kutuları parçalamamıza izin verin!

Birbirimize cesaret vermemize izin verin!

Görmek için!

İçinde doğduğumuz hikayelerin ötesini görmek için!