Derviş Zaim’in hem yönetmenliğini hem de senaristliğini yaptığı Tabutta Rövaşata çaresizliği anlatan bir film olarak kazındı zihnime. Aslında her gün gelip geçtiğimiz bir hikaye anlatılan. Oyuncuları Ahmet Uğurlu, Ayşen Aydemir, Fuat Onan ve Tuncel Kurtiz’in gönüllü oynadığı filmin müzikleri ise Baba Zula ve Yansımalar’a aittir. Baba Zula’nın müzik piyasasına girdiği ilk şarkılardır Tabutta Rövaşata’nın müzikleri.
Filme başladığım andan itibaren acı çekmeye başladım. Hikâyenin, gerçek hayattan esinlenilerek yazıldığını öğrenince acım iki katına çıktı. Film aynı semtte 28 yıl sokaklarda yaşayan Dursun Tokta’nın yaşamından esinlenilmiş. Geçmişi hakkında bir şey bilmediğimiz baş karakterimiz Mahsun’u tanımlayan en büyük özelliği de sokaklarda yaşaması. Bağımlı bir karakter olan Mahsun, yaşamsal ihtiyaçlarını bile tek başına karşılayamaz. Araba çalmasıyla bilinir, bu sebeple başı sürekli derde girer. Araba, onun için bir tutku değil, ısınmak için bir mekan, bir sığınaktır. Soğukta üşümemek için araba çalar, sabah olunca da iyice temizleyip aynı yere bırakır. Mahsun, aykırı bir karakterdir, topluma da otoriteye de uyum sağlayamaz. Her defasında aynı süreçleri baştan yaşamak zorunda kalır. Kentin ne içindedir, ne de dışında. Araftadır, en zoru da budur belki. Varlığı da yokluğu da umursanmaz.
Film yaygın İstanbul imgesine yeni bir bakış getirir. Yeşilçam sinemasında gördüğümüz mekânlarla romantik hale getirilen kent burada ters yüz edilir. Mahsun’un yaşamaya çalıştığı İstanbul hem karanlık hem de soğuktur. Öyle ki Mahsun’un tıpkı kendisi gibi evsiz olan arkadaşı Sarı, kayıkhanede donarak ölür. İstanbul’un görkemi, yerini acımasız ve çirkin yüzüne bırakır.
“Soğuk olan hava değil Mahsun. İnsanlar soğuk, hayat çok soğuk. Keşke bu kadar soğuk olmasaydı da dünya, sen de bu kadar üşümeseydin. Çok değil, bir iki aya kadar da kış biter zaten. İdare et. üşümezsin..”
Filmin en farklı oyuncusuna gelecek olursam; bu bir tavus kuşu. Filmin en absürd ve bence en güzel sahnesi de böyle oluşuyor zaten. Galata Köprüsünde elinde tavus kuşuyla koşan bir adam…
Türk sinemasının en iyi kaybedişlerinden biri de Tabutta Rövaşata’dır belki de. Tabi filmin başlığı da çok vurucu. Bir sıkışmışlık, çaresizlik haykırıyor adeta. Filmin adının neden Tabutta Rövaşata olduğunu, kız ortaya çıktıktan sonra anlamaya başlıyor insan. Çünkü dibe vurmuş bir yaşamın içinde çaresizlik dinlemeden yükselen aşk, gömülü bir duyguyu açığa çıkarıyor. Fakat bu ne kadar mümkün. Sözlükten bakınca rövaşata: “havadan gelen topa havada müdahale etmek için ayaklarını havalandırıp kendisini geriye ve yere doğru atarak ayaklarıyla topa makas gibi vurması.” anlamına geliyor. Ancak geniş alanda olabilecek artistik ve zor bir vuruş. Tabutta olacak iş değil bu manevra. Hayat sanırım bazen dar bir tabutun ta kendisi.
“Sen de kendi çapında bir süper kahramansın Fikret. Yirmi yıldır aynı kadını sevip günde üç paket sigara içiyorsun. Kolay değil yani.”
Film bittikten sonra aslında Mahsun’a neden acıdığım üzerinde durdum. Çünkü Mahsun bütün kaybedişlerine rağmen insanlığından ödün vermedi. Hayatın en berbat yüzünü, en soğuk gecelerini ve en vicdansız insanlarını görmesine rağmen arkadaşlarına son sımsıkı sarılan Mahsun’da beni etkileyen bu oldu.
Tabutta Rövaşata filminin anlatısına bakıldığında Mahsun’un hikâyesinin Hollywood anlatısına göre şekillenmediği görülür.Bu filmde amacı olan bir karakter yoktur. Karakter amacına ulaşmak için mücadele etmez. Mahsun’un bu tavrı onu kodsuz bir karakter yapar. Mahsun, Franz Kafka’nın Dönüşüm romanındaki Gregor Samsa’ya bu durumda benzetilebilir. Belki de insanoğlunun en büyük hatası, hayatta kalmak dışındaki meselelerin içine de kendisini atmasıdır. Örneğin filmde Türk milli takımı rakibini yener ve kutlamak için sokağa çıkarken Mahsun açlığını giderme derdindedir. Hayatta kalma derdinde. Güç, kimlik, başarı.. Ne önemi var ki hayatta kalmanın yanında?
Dipnot: Filmin sonunda “Bu film bütünüyle gerçektir. Çünkü onu biz uydurduk.” yazar. Ek olarak bir alıntı yapmak isterim;
“Bence hepsi mutlu olmanın, mutlu olmak istemenin kandırmaca olduğunu biliyordu. En büyük yalan bu. Acı çekmeyi, acı çekmişliği daha çok istiyoruz. Ama hangisi daha doğru bunu bilemiyoruz. Sürekli mutlu olmayı isteyen ve sürekli mutluluğu arayan insan bence kötü bir insandır. Oysa bir insanı mutsuz etmek de en az mutlu etmek kadar zordur. Dünya böyle bir mutlulukla dönmüyor ki, acıyla, acı çektirmekle dönüyor, mayası bu. Bu yüzden çok zor. O uçurumun dibindekiler ne kadar gözlerini fal taşı gibi açıp büyük bir coşkuyla dünyayı kucaklamak isteseler de bunun imkânsız olduğunu anladılar. Acı çekmek için mi dünyaya geldik yoksa mutlu olmak için mi? Mutlu olmak için gelmediğimiz kesin. Düşünsenize, kırılıp dökülmeden yaşayabilseydik eğer yüzlerce kez daha mutsuz olmaz mıydık? Acı çekmek yok, acı çektirmek yok. İnsanlık dışı. Gerçek üzüntüye düşmek için ben, uzun yıllardır uyumamaya çalışıyor ve uyanık kalıp başka duygulardan sıyrılmanın tadına varıyorum. Özellikle uykudayken, hayal kurarken ve bir sürü bir sürü bir şeylerde kederlenmekten gitgide uzaklaşır insan çünkü. İnsanlığın tarihindeki bize yutturulan bütün o uydurma mutlulukları dibine kadar bildiğimden sonraki günlerimde, aylarımda, yıllarımda tek bir mutluluk anı bile istemem. Bu bataklığımı isterim sadece.”
Bora Abdo, Balık Boğulması s.116
*Buraya da filmden bir şarkı; Yansımalar/Bab-ı Esrar