Hayatımızı yaşarken, etrafımızdaki insanlara neler yaşatıyoruz? Peki biz, kimin için yaşıyoruz?

Ben ve ötekinin hesaplaşmasına yakından şahit olduğumuz, karakterlerin duygularını yanı başımızdaymış gibi izlediğimiz ender filmlerden biri Autumn Sonata. Film insanın kendini bulmaya çabalayışı, dünyadaki varlığına bir neden bulma isteği ve birey olarak var olmakla birlikte, öteki ile hesaplaşması gibi derin bir konuyu ele alır.

“Hayatla, suçlarının hafifletileceği bir sistem kurmuşsun ama bir gün anlaşmanın tek taraflı olduğunu göreceksin.”

 Çekimser ve içine kapalı olan Eva (Liv Ullmann)’nın, bir piyano sanatçısı olan annesi Charlotte ( İngrid Bergman) ‘nin hem kendileriyle hem birbirleriyle hesaplaşmasını konu edinen film, Eva’nın yedi yıldır görmediği annesinin davetiyle başlar.

Eva, , kendini sanatına adamış annesinin ilgisizliği ile içine kapanarak büyümüş, sevdiği adamdan yine annesi sayesinde uzaklaştırılmış, sevmediği bir adamla evlenerek yalnızlığını unutmaya çalışmış, oğlunun ölümüne şahit olmuş, mutsuz bir kadındır. Mükemmeliyetçi bir annenin eleştirilerine  maruz kalma korkusuyla büyüyen Eva’nın mutsuzluğuyla, kocasına olan sevgisizliğiyle yüzleşecek cesareti bile yoktur. “Eğer birisi beni olduğum gibi severse kendime bakmaya cesaret edebilirim belki” diyecek kadar korkar içine bakmaktan.

Yönetmen Ingmar Bergman, bu filminde daha önceki pek çok filminde değindiği ‘benliğin inşası ve yıkımı’ konularını tekrar değerlendiriyor. Ve kalıplaşmış anne arketipi üzerine yoğunlaşıyor.  Uzun diyaloglar, hesaplaşmalar,tek bir mekan, çok az karakter… “Sinematografi insan yüzüdür” diyen Bergman’ın bu filminde de bunu pekiştirdiğini görürüz. Bergman’ın filmlerinde yüzleri çoğu kez aynanın dolayımıyla görürüz. Aynalar bazen karakterin kendiyle yüzleşmesine olanak sağlayan geçit gibidir.

Bergman, Dostoyevski gibi insanın arada kalmışlıklarına ve  gelgitlerine içeriden bakmayı iyi biliyor. İnsan ruhunun umut, hayal kırıklığı ve sevgi gibi duygularını şiirsel bir akıcılıkla anlatıyor. Woody Allen’dan Tarkovsky’ye dek pek çok sanatçı, Bergman’a duyduğu hayranlığı her fırsatta dile getirir.

 “Yalnızlık ve sessizliğin yanına konulabilecek bir öteki mevzu da pişmanlık kavramıdır. ”

Güz Sonatı’nda Bergman sürekliliğe dikkat çeker. Charlotte’un narsisizmle dolu yüreğinin bir başka tamamlanamamışlık öyküsüne ait olduğuna işaret eder. Charlotte’un çocukluğu da aile olma, aitlik hislerinden uzaktadır. Müzik onun için anne-babasının tamamlayamadığı benliğini tatmin etme yoludur.

Filmin parmak bastığı özgürlük-sorumluluk ikileminde tercihini hep ilkinden yana kullanmıştır. Geçmişinden, kendinden uzakta, bencilliğine gömülüp yaşamaktadır.

Hayatı dört mevsime, ayıran yönetmen, karakterlerin hikâyede yaşadıkları bunalımlı dönemi güz sonatı olarak adlandırmış.

“Bence büyümek hayallerini ve umutlarını taşıyabilmektir, özlemek değil. ”

Filmin başlarında Eva’nın durumuna üzülsek de asıl acınası durumda olanın Charlotte olduğunu fark ederiz. Filmin başında şefkat gösterme becerisinden yoksun bir anne Charlotte. Kızı Eva’yı tam anlamıyla silikleştirip, yok etmiştir. İnsanın geçmişinde, psikolojisini şekillendiren mahrum kaldığı duyguların  telafi edilmez yaralar açtığını gösterir yönetmen. En çok korktuklarımız, saplantılarımız hep çocuk yaşlardaki pek fark edilmese de düşüncesiz davranışların bir ürünü…

Filmin havası, özellikle de son sahnesi iç bunaltıcı. Ve zihinlerde susmayan bir Chopin sonatı…

Bergman sineması realitenin, hayatın üstü kapatılmaya çalışılan gizinin ve duygusunun peşinde. Filmin çok az karakterle çekilmesi, sahnelerin sıkı felsefi dokusu,ışık kullanımı ve muhteşem oyunculuklarla çok daha üst bir noktaya çıkabilmesi… Felsefe, psikoloji hatta sosyolojiyle harmanlanması… İzlenmeli.