Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü tarafından sübvanse edilen, Mehmet Akif Ersoy’un hayatını ve İstiklal Marşını kaleme alma sürecini anlatan biyografi türündeki filme 24 Eylül 2021 tarihinde gösterime girmesinden bir ay sonra nihayet erişebildim. ‘’Erişebildim’’ kelimesini bilinçli olarak kullanmak istedim çünkü filme ulaşmam kendimce macera niteliğindeydi. Akif’i Radyo, Sinema ve Televizyon’da Kültür Politikaları yüksek lisans dersim için izlemeye karar vereli yaklaşık üç hafta oluyor, evime yakın gidip gelirim düşüncesiyle araştırdığım sinema salonlarını 11 Ekim’de kontrol ettiğimde (Arcadium Cinebonus, Gordion Cinemaximum, Kent Park Prestige Sinema) film gösterimden kalkmıştı, geriye iki alternatif kalmıştı. Ankamall ve Nata Vega alışveriş merkezlerine ait sinema salonları. 23 Ekim sabahı üşengeçlik beni ele geçirmeden Ankamall Cinemaximum web sitesinde gördüğüm şey filmin artık orada da olmadığıydı.

Bu hikaye bir kez de Çevre Yolu’ndan Eskişehir Yolu’na doğru okunabilir mi? Lüks bir üst sınıf düğününden hareketle sınıf çatışmasını konu edinen ‘’Yeni Düzen’’, Güney Koreli yönetmen Lee Isaac Chung’ın yönettiği ‘’Şüphe’’  ve Cannes Film Festivali ödüllü  ‘’Dünyanın En Kötü İnsanı’’ gibi bağımsız filmleri Nata Vega ve Ankamall yakınlarında oturanların izlemesi için de bir maceraya ihtiyaçları var. Çevre Yolu üzerinden -en kestirme yollardan biri sayılabilir- yaklaşık elli beş kilometre araç kullanarak Arcadium ya da Büyülü Fener sinemalarına doğru yola çıkmak… Düzenli araç kullananlar bu mesafe için yakıt maliyetini tahmin edeceklerdir, acaba toplu taşıma mı kullansam deseniz iki vasıta şart –aktarma duraklarını saymadım-, zamana duyduğumuz ihtiyaç ise artık tahmin gerektirmiyor neyse ki film izlemenin zahmetini anlatmak için konuyu daha fazla dağıtmak niyetinde değilim. Kültürün demokratikleşmesinden bahsedebilmek için gerekli olan niteliklerden biri de kültürel ürünlerin yaşanılan konum engellerine takılmaksızın herkesin erişimine sunulabilmesidir. Tabii bir de kültürel demokratikleşme meselesi var. Farklı kültür, düşünce, temsil ve yaşam pratikleriyle diyalog kurmak için iyi bir başlangıç sayılabilecek sinemaya kolay erişim, kültürel çeşitliliğe, kültürel iş birliğine ve farklı olanın tanıdık olmasına yardımcı olabilir mi? Yukarıdaki örneklerle birlikte bütçesi gişe filmleriyle kıyaslanamayacak ölçüde düşük olan amatör filmlerin ya da film festivallerinin bize şimdilik yanı başımızda olmasa da yakın olması çok sesliliğe ve temsilde çoğulculuğa yardımcı olmaz mı? Tüm bunlar aklıma tavuk mu yumurtadan çıkar yumurta mı tavuktan sorusunu getiriyor. Erişimi kolaylaştırarak gösterime sunmak mı çoğulculuğa yardım eder? Yoksa çoğulcu bir yaklaşım devamında erişim kolaylığını mı getirmiş olur? Belki tam da bu sebepten Kevin Mulcahy ‘’Kültür Politikası’’ makalesinde kültürel demokrasi ve kültürün demokratikleşmesinin birlikteliğindeki faydalardan söz etmektedir. Kültürel ürünlerin, arz/talep ilişkilerine ve bu ilişkilerin beraberinde getirdiği hedef kitle gruplarını hayli önemseyen ticari çıktılardan farklı olarak kendine yer bulabilmesinin önemi bana kalırsa ufacık bir yol hikayesinden bile hissedilmektedir.

Söylemesem olmayacak, ders için okuduğum ‘’Mimar Doğanlar’’ kitabında kentlerin yaşama sevinci verme görevinin de bulunduğundan, kentte yaşayan insanların en azından asgari ölçüde birbirine yakın olması gerekliliğinden söz ediliyordu. Kaderin cilvesinden midir dersin ruhu bir yerlerden beni mi izledi yoksa Türkiye’de Akif gibi olup her şeye sabır göstermek mi gerekiyor bilinmez, Ankara’ da şuan filmi izleyebileceğiniz tek adres olan Nata Vega’ya gidişim ve düşündüklerim bana bu kitabı anımsattı. ‘’Kamu kurumlarınca (T.C. İletişim Başkanlığı, T.C. Cumhurbaşkanlığı, T.C. Cumhuriyet Senfoni Orkestrası) desteklenen Akif’in hedef kitlesi kimdir veya hedef kitlesi olmalı mıdır?’’ ‘’Kültür Politikaları içinde iktidarlar kendilerini kime/nasıl meşrulaştırmak ister?’’ soruları ise sanıyorum daha detaylı tartışılması ve okuma yapılması gereken bir konudur.

Peki, Akif kimdir? Arif’e ermiş demek doğru olur mu? İdealize edilen bir birey midir? Yoksa sadece biyografik bir Mehmet Akif Ersoy hikayesi midir?

Yavuz Bingöl’ün oyunculuğunu ve filmin sanat yönetimi sebebiyle filmin yönetmeni Sadullah Şentürk’ün İranlı Mecid Mecidi’den etkilenmiş olabileceğini film boyunca düşünüp durdum. Bingöl’ü izlerken repliklerini anlamakta-dudaklarını kullanma biçimi sebebiyle- filmin ilk yirmi dakikasında zorlanacağınızı belirtmeliyim. Filmin devamında Yavuz Bingöl’e yani Akif karakterine mağrur, naif, babacan ve masum bir reji belirlendiğine dair bazı göstergelerle karşılaşıyoruz. Hafif kambur duruş, yumuşak bir bakış, kaşlarının hüznü, beden dili, diyalog yazımı, muhbir Sagir karakterini oynayan Ruhi Sarı’ya olan çocuksu güveni -filmin sonunda muhbir tarafından oyuna getirildiğini anlayacaktır- belki yanlıştır ancak benim reji hakkında neredeyse emin olmamı sağlamıştır. Bütün bunlar bana Mecid Mecidi’yi hatırlatmış olabilir. Akif için yaratılan temsilin Anadolu’da sıkça kullanılan ‘’Allahın Adamı’’ kimliğine karşılık geldiğini ve Türkiye izleyicisinin mazlum insan sempatisine dokunmayı amaçladığını söylenebilir. Sagir karakterinin Mehmet Akif Ersoy’a çıkarmak istediği dergi için mali yardımda bulunacağını söyleyerek yoğun sakalları, kürklü paltosu, köpek başlıklı baston klişeleriyle ve adeta ben kötü adamım diyen oyunculuğuyla beraber sahneye girdiği ilk andan itibaren kötü adam olduğunu anlarız. Oyunculuklar ve romantik felsefe Akif’e ait gösterilmek istenen saf iyiliğin daha da parlamasını, İngilizlerin rahat otellerinde, şaraplarını içerek Ankara mücadelesini engelleme planları kurması ise iyi – kötü karşıtlığını bazı klişelerle daha da vurgulamak için sunulmuş gibidir.

Kuva-yi Milliye Akif’i, arkadaşı Trabzon Mebusu Ali Şükrü’yü, Akif’in oğlu Emin’i alıp çiftliğe getirdiğinde Akif yaralı askerlere yardım eder, mermileri askerin göğsünden çıkartır. Filmde yemek yediği her sahnede eşi ve çocuklarıyla gösterilir. İstiklal Marşını başucunda asılı olan Türk Bayrağı’na baktığı bir gece gelen ilhamla yazmaya başlar. Ankara’ya gidişi, Konya ayaklanmasını bastırması, ailesini arkasında bırakan fedakârlığı onu şiirine hazırladı gibi bir savunma da bulunulabilir fakat filmde bu süreçler çok da derinlemesine işlenmemiştir. Senaryo Sagir’in Ankara’da Mustafa Kemal’i öldürme amacıyla bulunması dışında -zaten bu hamle Akif tarafından hemen fark edilecektir- neredeyse çatışmadan yoksundur. Günlerce yemek yemeden marş yazar, ütüsünü kendi yapar, çamaşırını kendi yıkar, yumurta pişirir, sabırla çalışır Mustafa Kemal’den gelen her talebi istisnasız kabul eder ve hemen canı pahasına uygular adeta ermiş bir görev adamı gibidir. Ağladığı tek sahne Osman Bey’in mezarının Yunanlılar tarafından tekmelendiğini öğrenince Ankara Kalesi’nin önünde toprağa kapandığı sahnedir. Allah’tan yardım ister yine de kızmaz, küsmez sadece için döker, aman diler ‘’Çektirme ilahi bu kadar zinneti!’’. Karısına ayrılmadan maaşını bırakır, Ankara mücadelesi için her şeyi göze alır, ölümden korkmaz. Akif milleti ve imanı için adanmış bir ruhtur, asla şaşmayacak bir vatanseverdir. Bir kez Sagir yüzünden şaşar, o da masumiyetindedir. Sagir onu bıçaklamak istediğinde mertliği sebebiyle bıçağı, silahı olmadığından ona bir Osmanlı tokatı attığı sahnede yönetmen bazı kültürel kodları yeniden hatırlatmak istemektedir.

Kurtlar Vadisi Gladio ve Küçük Ev filmleri, Kurtlar Vadisi Pusu, Köprü ve Behzat Ç. (Üçüncü Sezon) dizileriyle tanınan yönetmen Sadullah Şentürk: ‘’Böyle önemli bir şahsiyetin hikayesini anlatmak uzun zamandır düşündüğüm bir şeydi. El birliğiyle güzel bir film ortaya çıkardığımızı düşünüyorum. Özellikle okul çağındaki çocukların izlemesini çok istiyorum’’  ifadesiyle Akif karakterini bir rol model olarak sunmayı amaçlıyor gibi görünmektedir.  Adanan, inanan, kanını sorgulamadan vatanı için akıtan, Yavuz Bingöl’ün bana kalırsa çok da kötü oynamadan tamamladığı reji, temsil edilen kimliği kültürel yakınlıktan da faydalanarak meşrulaştırmıştır denilebilir.

Romantik Milliyetçilik ve Kültür

Terry Eagleton’ın Kültür adlı kitabında romantik milliyetçilik için söyledikleri bana kalırsa Akif filmiyle örtüşmektedir; ‘’Romantik milliyetçilik bir siyasi programdan önce manevi bir ilkedir. Siyasetin şiirsel bir çeşididir. Efsane, simgecilik ve kanını feda etmeyle ilgilidir. Bir yazar romantik milliyetçiliği, duyguların özelden siyasi alana yükselmesi olarak tanımlar. Başkaldırı şiiri, ancak sömürge ulusları nihayet bağımsızlıklarını kazandıktan sonra yerini devlet kurma ve ekonomi inşa etme konularına eğilen düz yazıya bırakır.’’ Şiir ve romantik milliyetçiliğin tırmandığı sahne Akif, Ali Şükrü ve Emin karakterlerinin Anzavurlar tarafından kafalarına çuval geçirilerek vurulacağı anda Akif ve Ali Şükrü’nün vatan şiiri okumasıdır. Bahsi geçen sahnede şiir ve milliyet birbirine karışmış gibidir, okudukça cesaretlenirler, cesaretlendikçe vatanlarını daha çok severler. Öyle kutsal bir yükseliş anı olarak sunulur ki bu filmdeki diyalogta belirtildiği gibi Kuşçu ‘’Hızır gibi’’ yetişerek üçünü de kurtaracaktır. Bu sahne tüm bu zalimlikten nasıl kurtulabileceğimizin cevabı gibidir. Adanarak, inanarak, ölüme giderken bile milli duygularımıza sığınarak. Yakalanma sahnelerinin içine İsmet Hanım’ın (Akif’in eşi) evinde kuran okuyarak yerleştirilmesi vatan ve imanının aynı anda imdadımıza yetişeceğini ve yine filmde belirtildiği üzere aynı anda kurtarılması gerektiğini göstermektedir. Akif karakterinin oğlunun işgale olan öfkesi sebebiyle İstanbul’da kalırsa onuru için kan akıtacağını düşünerek Ankara mücadelesine katılırken onu da yanında götürmesi, Akif ve Emin karakterinin ailesiyle vedalaştıkları sahnede (anne, kız kardeşler, damat) çalan Çanakkale Türküsü bu kavram içinde değerlendirilebilir. Ailesini bir daha görmemeyi göze alan, ormanda küçük oğluyla birlikte Kuva-yi Milliye ile buluşana dek karanlıkta yol alan, sabah ormanda namazını kılarken Anzavurlar tarafından yakalandığında ölümü göze alarak İngilizlere bağlılık mektubunu imzalamayan Akif’e bu duyguları yaşatan filmde temsil edilen üzere milleti ve imanıdır.

Yapımcı Baran Mayda’nın ‘’Birleştirici İklime İhtiyaç Var’’ Cümlesi Üzerine

Mustafa Kemal’in film boyunca vatansever bir İslam paşası olarak temsil edilmesi, Akif tarafından her durumda korunması, çıkan Konya isyanlarını, Mustafa Kemal’i -Bolşeviklerle anlaşmadığı, dindar olduğu yönünde- Ankara mücadelesini anlatarak bastırma çabası Türkiye’de bazı farklı ideolojilere sahip insanları birleştirmeyi amaçlamaktadır. Mustafa Kemal karakteri ise Akif’le ortak bir geçmişi olması- Balkanlardan gelmeleri- ve Akif’in aklına güvenmesi sebebiyle ona yakınlık hissetmektedir. Balkan geçmişine vurgu yapılarak birleştiriciliğin millet üzerinden kurulmaya çalışıldığı yeniden gözlemlenebilir. Kültürel çeşitliliği temsil eden farklı etnik gruplar ve bir bütün olarak yaşam pratikleri ile ilgili herhangi bir temsil görmememiz bu birleştirme çabasını maalesef yarım bırakmıştır. Christian Fuchs’a göre otoriter yönetimler düşmanı vurgulayarak, riske karşı güvenliğin öneminin altını çizip var olan grubu bir arada tutmak isterler. Yunan esnaf Yorgo’nun küçük bir Türk çocuğuna kendi bayraklarını göstererek; ‘’Bayrağımızı öpeceksin, padişahın hükmü son buldu.’’ ifadesiyle birleştirici bir diğer unsurun dış düşmanlar üzerinden kurulduğu söylenebilir.

’’Almanya’da su ısıtmak zorunda değiller, musluktan hep sıcak su akıyor.’’

Türkiye’de uzun zamandır politikaların bilim ve akıldan uzak olduğu yönünde yükselen sesleri karşılamak üzere Akif oğluna her zaman okuması yönünde akıl vermektedir, silahın değil aklın düşmanı yenebileceğini öğretmeye çalışmaktadır. Tacettin Dergâhındaki evlerinde leğende çamaşır yıkarken oğluna söylediği bu cümle ve batıda olanları hayranlıkla izlemek yerine çalışılması gerektiğini vurgulayan Akif akla -filmin akıl anlayışı- yapılan göndermeler arasında görülebilir ancak filmin son sahnesi olan Akif’in Sagir’e İngilizlerden gelen şifreli mektubu bir kimyagere götürüp deşifre ettirmesi dışında akıl filmde karşılığını bulamamış gibidir. Her şey birden bire ilahi bir güç sayesinde gerçekleşmektedir. Kuşçu tarafından Aznavurlardan bir mucize sonucu kurtulmaları, İstiklal Marşı’nı Türk Bayrağına baktığı an gelen ilham sonucu yazıvermesi, mücadelenin sadece şehitlik ve fedakârlık üzerinden vurgulanması imanı ve inancı gösterirken filmin anladığı aklın bir yönüyle eksik bırakıldığı söylenebilir. Bunlara ek olarak Konya ayaklanmasında Akif’in verdiği vaazda Hindistan için ‘’Üretemediklerinden değil köle olduklarından açlar.’’ ifadesiyle ekonomik ve siyasi süreçlerin birlikte yorumlanması gerekliliği gözden kaçırılarak, filmdeki akıl kavramı hakkında karışık ve derinleşmemiş bir tablo çizilmiştir. Türkiye’de popüler tartışma konularından olan din/bilim kavramları ekseninde ulaşmak istediği iman ve akıl ikilisinin birleşimini sağlayamamış gibi görünmektedir.

Finalde İstiklal Marşı mecliste okunduktan sonra Akif karakterinin mağrur ve coşkulu bakışları kameraya sabitlenerek Mehmet Akif Ersoy’a ait ‘’Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın’’ sözü paylaşılacaktır. Güneş ışıkları için de meclisin camlarının masalsı ve efsanevi görünümü, camların uçuşan perdelerini takip eden Kıraç’ın seslendirdiği İstiklal Marşı ile birlikte jenerik akacak ve film bitecektir. Oğlunu Çanakkale Savaşı’nda kaybeden annenin Mustafa Kemal karakterine oğlunun çoraplarını gönderdiği sahne dışında seyircinin duygulanması için oluşturulmuş sahnelerden biri de şüphesiz budur. Sevilay Çelenk ve Tezcan Durna’nın ‘’Academy in Exile’’ tartışmalarının filmin sonu ile birlikte düşünülmesinin son yorumda bana yardımcı olacağına inanıyorum. Çelenk Ak Parti döneminde üretilen dönem dizilerinin geçmişi anlatan, başımıza eskiden neler geldiğini vurgulayan anlatılarının her birinde aslında bugünü vurguladığı, bugünü geçmişe yansıtan anakronistik bir tarafı olduğunu belirtmektedir. Bu anlatıların amacının şuan yaşadığımız meseleleri geçmişin kodlarıyla çözme çabası içinde olduğunu ifade etmektedir. Son sahnede doğrudan anlayabileceğimiz, “filmin neredeyse tamamına yerleşmiş biz-öteki kavramı veya düşmana karşı duyulan tedirginlik bize bugün de o gün ki milli ruhumuzla bir arada olma ve dışarıya karşı korunma gerekliliğini içselleştirmektedir” demekle umuyorum film incelemeleri yaparken düşülebilen yorumda aşırılık tuzağına düşmemişimdir.