‘’Her gerçek hikaye açık ya da örtük biçimde, yararlı bir şeyler barındırır. Bu yararlılık kimi hikayede bir ahlak dersi, başkasından bir nasihat, bir üçüncüsünde bir atasözü ya da düstur olabilir.’’ (Benjamin, 1995)

4 Mart 2022 tarihinde vizyona giren ‘Bergen’ filminde ele alınan Belgin Sarılmışer’in biyografisi, işlenen kadın cinayetleri üzerine makro boyutta günümüzde süregelen ‘adalet’, ‘şiddet’ ve ‘medyada eril dil’ kavramlarını sorgulatarak zihnimizin baş köşesine oturmayı başarıyor. Belgin’i canlandıran Farah Zeynep Abdullah, Youtube’a verdiği röportajda ‘Bergen’ filmi için yaşanan şiddetin konuşulması ve konuşmanın beraberinde getirdiği yayılma ile insanlarda bilinç oluşumunun mümkün olacağını iletir. Tanık olduğumuz hikaye, Belgin’in Bergen’e evirildiği bir ‘varoluş’ hikayesini barındıran gündelik hayatın ta kendisidir. Ancak ne yazık ki, filmde klasik anlatının yaşattığı katarsisten ziyade, çatışmanın çözümlenemeden devam ettiğini öldürülen kadınların birden fazla haneli rakamlarla acı bir şekilde temsil edilebilmesiyle okuyoruz. Dolayısıyla, Belgin’in failinin ismini film boyunca ‘o adam’ olarak duymamız, aslında bunun etrafımızda adil olmadan yaşayan ‘herhangi bir adam’ çağrışımını aklımıza getirebilir.

Bu sesi duyuyor musunuz?

Henüz yazı yazmayı bilmeden, annesinin Belgin’e ‘’O zaman sende şarkı söylersin.’’ demesiyle başlar serüven. Radikal bir kararla Sabahat, kızını beraberinde götürerek kocasını terk eder ve Mersin’den Ankara’ya taşınır. Sabahat’ın partiarkal düzene karşı çıkıp çocuğuyla tek kalmayı tercih etmesi kadın imgesinin anlatıyı değiştirdiğini gösterir. Ekranlarda heyecanlı ve renkli kişiliğiyle bir Belgin görürüz, müzik eğitimini tamamlayarak konservatuarı kazanan ve öğretmenin de ona dediği gibi şarkının bizzat kendisi olan bir Belgin. İlk kırılma noktasını baba profilinin sevgi eksikliğiyle yaşamıştır. Belgin’in ona hevesle yazdığı mektuplara dönmek bilmeyen ve hatta hayallerinin varlığını bile çiğneyerek geçip giden bir baba karakteri. Ebeveynler, çocuklarının sesini duymadığı ve onlarla aynı dili konuşmayı reddettiği taktirde çocuklar bambaşka bir dil arayışına girebilir mi? Belgin, babasının duymak istemediği sesi, kitlelere aşkla duyuracak hale gelir ve arkadaşının doğum gününde sahnenin tozunu ilk yuttuğu andan itibaren de keyfini sonuna kadar zevkle çıkaran bir tutum sergiler. Sahnede sesiyle izleyicisini büyüleyen Belgin’i gördüğümde aklımdaki soru, konservatuardan arabeske (Belgin’den Bergen’e) dönüşümün altında yatan sebepti.

Müzik Endüstrisinde ‘Güzeller Güzeli’ Kadın İmgesi

Belgin karakteri, kafasına koyduğu şeyi eyleme dökecek kadar hırslı ve güçlü bir imajla karşımıza çıkıyor. Maddi yetersizlikleri nedeniyle sahip olamadığı çello yüzünden konservatuarda çello çalmak için saatlerce sıra beklemesi ilk eylemini ortaya çıkarır. Para biriktirip o çelloya günün birinde sahip olmak. Böylelikle, beğendiği çellonun ünlü bir sanatçı tarafından yapıldığını, çellonun üzerinde parlak ve italik harflerle kazınmış imzayla öğreniriz: Bergen. Film, konservatuarla başlayan hayallerin nasıl arabesk hayatına döndüğünü çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Filmin arka planından söz edecek olursam, 70 ve 80’ler Türkiye’sine dair arabesk furyasını; Mersin, Ankara, Adana ve İzmir’den alınan imgelerle kent ruhunun kalıntılarını büyük ölçüde göstermemiş olmasıdır. Fakat küçük ölçüde de olsa dönemin izlerini, sokak duvarlarındaki afişlerden ve çelenk üzerindeki isimlerden sürmek mümkün.

Belgin, özünde ümit ettiği ve sahip olmayı amaçladığı ‘Bergen’ için, PTT çalışanı olur ardından da Feyman Kulüp’ten gelen teklifi kabul ederek ‘Bergen’ ismiyle sahneye çıkar. ‘Unutma beni unutama beni’ şarkısıyla kuvvetli sesi yankılanarak konservatuara kadar sesini götürmeyi başarmıştır. Sokak duvarlarındaki afişlerde artık Bergen’in izine rastlanır: ‘Güzeller Güzeli Bergen’. Müzik Endüstrisindeki kadının imgesi, güzelliğiyle seyirlik hale gelmiştir, böylece ‘’kadın içindeki gözleyen ve gözlenen kişilikleri, kadın olarak onun kimliğini oluşturan ama birbirinden ayıran iki öğe olarak görmeye başlar.’’ Bunun sonucunda, sahneye çıkmanın yasak olduğu konservatuar prosedürü gereği Belgin okuldan atılır. Hayatındaki ikinci kırılma anı gerçekleşir ve Adana’nın ‘en klas yerinde sahneye çıkma’ teklifine evet diyerek arabeske dönüşüm başlar.

Arabesk kültürü

Arabesk furyasının özü sosyolojik olarak acıdan doğar ve içinde yoksulluk ve göç kavramlarını barındırır. Bergen’in bu kadar hızlı tüketilmesi, çağdaş müziğe karşı bir ikilem ve çelişki olmayacaktır çünkü Türkiye’nin bulunduğu dönem koşulları bunu dışa vurmaktadır.

‘’Dert bende derman sende.’’

Belgin’in dönüşümü gözle görünür şekilde başlamıştır. Üstünde rengarenk ışıldayan simleriyle beraber kırmızı elbisesi, bakımlı ve gür saçlarıyla sanatçılıktan şöhret olgusuna hızlı bir yükseliş gösterir. İlk kırılma anında bahsettiğim baba sevgisinin eksikliği, bu kez Belgin’in şöhret olmasıyla kendini yineler. Kardeşleri arasında da bu sebepten ötürü dışlanır, ondan beklenen tek şey ‘normal’ olmasıdır. Normallik tanımlarının içinde ise sadece evlilik olması sorgulamaya değerdir. Belgin, arzu duyduğu ve yalnızca bunun peşinden gittiği müzik söylemiyle ötekileşmiştir onlar için. Belgin’in aklına ittikleri ‘’illa evlenirsem beni sevecek…’’ düşüncesi, arabeskin girdabını büyütmeye yeterlidir. Olay örgüsünde karşımıza çıkan ‘o adam’ ile tanışma sahnelerinin hastanede olması trajikomik olarak nitelendirilebiliriz. Çünkü hastalıklı bir ilişkinin hem sektörde hem de gündelik hayatta yansımasına tanık olacağız. Öncelikle, ‘o adam’ profilinde dikkatimi çeken ‘sevilmemiş çocuk öznesi’ oldu. ‘’Baba dediğin dağ gibi olacak, hak ettiğinde döver!’’ düşüncesiyle başlayan ilkelliği meşrulaştırılmasını ataerkil sistem mi üretir?  Öyleyse, şiddete yatkın zihniyete sahip ataerkillik, katil mi üretir?

‘O adamın’, Belgin’in sahne hayatına ve hayallerine koyduğu kısıtlar, konfor alanını daraltıp dört duvar arasında içi yalan yolu bir eve hapsetmesine kadar genişler. Sabahat’ın, ‘O kim ki senin istikbaline karar veriyor!’ vurgusuna ve kızına olan dargınlığına rağmen, Belgin ilk başta görmek istediği adamı gün geçtikçe göremez hale gelir. Çocuk yapma arzusunu bile annesiyle barışma inancına dayalı olarak ister. Ve devamını da sevdiği adamın kendi hayalindeki düşüncesiyle destekler, onun kendisine plak çıkaracağına inanır, sevildiğine inanır. Ta ki ilk yalnızlığı ve şiddeti tadana kadar… Bir manipüle aracı olarak Belgin’in satın aldığı arabanın senetlerini ilişkiye başlamadan önce ödediğini ve onunla sahte evlilik yaptıktan sonra ödemiş olduğu senetleri, yüzüne sahiplik damgası gibi vurduğunu görürüz. Belgin’e şiddet uyguladıktan sonra inci kolye alır ve boynuna tasma gibi takar, ‘’Tutamadım, kendime hakim olamadım.’’ Eril diliyle şiddeti meşrulaştırmıştır. Kadın onun hakimiyeti altında boyun eğecektir sanki.

Zihniyeti değiştirmek mümkün müdür?

Belgin, içindeki Bergen’i yok etmez. ‘O adamdan’ korku pahasına dahi olsa hapsolduğu evden kaçar, geride bırakır her şeyi, korkularıyla da yüzleşmeye niyetlidir. Kitlenmiş hayalini açığa çıkarır, şarkı olmaya devam eder. ‘O adamın’ gösterdiği işkenceleri, yazıya betimleyerek dökmeye ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum. Çünkü, arabesk kraliçesi lakabı ajitatif olmaktan yoksun, Bergen’in direnişiyle taç bulur. O, verdiği konserde bıçaklansa bile ayağa kalkıp tüm gücüyle şarkısını söylemeye devam etmiştir: ‘’Siz beni dinleyin ama benim için üzülmeyin.’’ Belgin’in bu eylemi, kendi içinde ‘amor mundi’ kavramıyla anılabilir mi? ‘’Meydan okuyucu bir kavram; var olan kötülüklerle sahiden yüzleşmeyi, ama onlarda aşkın ya da örtük bir anlam bularak rahatlamayı değil, onları değiştirmek için çaba harcamayı içeriyor.’’ Dolayısıyla, zihniyet meselesine gelirsek, kullanılan eril dili değiştirmek ile ataerkilliğe karşı bunun mümkün olacağına inanmak istiyorum. Zira, ‘kıskanç kocanın’ boyunduruğu altında, mezar çevresini bile kafesle örmek aşılması güç bir durum.

Katledilen(ler) kim?

Günümüzde hala devam etmekte olan kadın cinayetleriyle yüzleşmekten kaçanlar, ‘’Oysa herkes öldürür sevdiğini’’ klişesini bir kenara bırakıp işlenen katliamı sevgi üzerinden meşrulaştırmamalıdır. Yüzleşmekten ne kadar kaçarsak o kadar kendimizden kaçmış oluruz.   Bu yüzden, filmin kapanışında İstanbul Sözleşmesi’nin görünür kılınması anlamlıydı. Belgin’den Bergen’e öldürülen tüm kadınlar üzerine farkındalık ve sözlü/sözsüz şiddete, cinayete, ‘cinsiyet’ eşitsizliğine yönelik hastalıklı zihniyetin değişmesi dileğiyle…