Hayali kurulan,ideal olarak tanımlayabileceğimiz ütopyanın tam zıttı olarak distopya, edebiyatta önemli bir yere sahiptir. Distopik romanlar deyince akla ilk gelen ve  bu aralar adeta moda olan 1984(George Orwell) kitabı olsa da en az onun kadar önemli birçok eser bulunur. Bunlardan biri de 1961’de Burgess tarafından yazılan A Clockwork Orange’tır. İdeolojisiyle çığır açan kitap, Stanley Kubrick’in film uyarlamasındaki sahne ve kostümlerle iyice önemli bir yapıt haline getirmiştir.Bir bilim kurgu filmi olarak diğer yandan bu derece gerçekçi toplum analizi yapan film, yaşadığımız bu dünyayı alaycı bir şekilde yansıtır.

İngiltere’de geçen olaylarda bir grup genç çetenin içindeki şiddet duygusunu bastırmak için, devletin geliştirdiği metod ve bu gençlerin verdikleri tepkiyi konu almaktadır  Seyirci, sıra dışı, acımasız, her şeyi küçümseyen ve saldırgan bir portre çizen ana karakterimiz Alex’in gözünden bakar olaylara.  Alex, modern toplumda insanların şiddet eğilimli bir varlık olduğunu gözler önüne seren bir karakterdir. İnsan var olduğu sürece şiddet de var olacaktır ve Alex gibiler  her geçen gün daha çok karşımıza çıkacaktır. Şiddet eğilimi oldukça yüksek Alex  ve arkadaşları kurdukları çete ile şehirde terör estirirler. Çete içerisinde giderek şiddetlenen ego çarpışmaları ve liderlik çatışmaları, Alex’in arkadaşları tarafından tuzağa düşürülüp hapse girmesiyle son bulur ve olaylar gelişir.Hapisteyken Alex, ülkenin başında bulunan siyasal partinin seçimi kazanmak için kullandığı “Suçluları, Yeniden Topluma Kazandırma” programı için adeta bir fare gibi kobay olarak seçilir. Alex’e yapılan işkenceler  onu evcilleştirebilse de, onu daha iyi ya da daha ahlaklı kılamaz.

“Bu teknik gerçekten iyi bir adam yaratıyor mu? İyilik içten gelir. İyilik bir seçimdir. Bir insan seçemezse insanlıktan çıkar.”

Kötülerin ıslah edilerek ‘normal’ ve ‘iyi’ bireyler olmasını sağlamak üzerine kurulan bu metotla beraber Alex’in düşünme yeteneği elinden alınmıştır.İnsana bir makineymişçesine yaklaşan düzene, kurallara itaat etmeyen Alex, yıkıcılığa başvurmuştur. Modern devletin insanı bir hiçe indirgediği bir ortamda  Alex’in şiddet eylemlerini sadece eğlence unsuru olarak algılamak eksik bir bakış açısı olacaktır. Alex ve çete arkadaşlarının ürettikleri Rusça kökenli Nadsat dili ile konuşmaları bile düzen karşıtı eğilimlerinin bir dışavurumunun en büyük göstergesidir.

Alex ayrıca bir Beethoven tutkunudur. Ve filmin fonunda kullanılan klasik müzik neredeyse hiç susmaz. Özellikle Alex’in cinayeti işlediği ana kadar geçen ilk 40 dakikada duyduğumuz müzikler Purcell’in Kraliçe Mary’nin Cenazesi için hazırladığı eseri, Rossini’nin Hırsız Saksağan operası ve Beethoven’in 9. Senfonisidir. Alex’i tanımaya başladığımız ve işlediği tüm suçları birer birer görürken, bu suçların dehşetinden uzaklaşmamız ve Alex’in ikilemini hissedebilmemiz için adeta müzikler kullanılır. Burada müziğin anlamları ve bunların sinematografik kullanımı üzerine düşünme kapısı aralanır. Aynı sahnede kullanılacak bir başka müzik aynı etkiyi yapmaz iken müziğin de etkisiyle, sahneyi algılayışı değişir.

Filmin en ilginç kısımlarından biri, şiddet uygulamak için bile ilhamını Beethoven’dan alan Alex, tedavisi esnasında Beethoven dinlemek zorunda bırakılır. Ve  ‘normalleştikçe’ Nazilerin görüntüsü eşliğinde dinletilen Beethoven’in 9. Senfonisini duymaya dayanamamaya başlar.

Film şiddet ve cinsellik temalarını ele alır. İnsanlık tarihiyle birlikte ortaya çıkmış olan şiddet olgusu, birçok bireysel ve toplumsal öğe ile birlikte karmaşık bir yapı ortaya koymaktadır. Bu nedenle şiddet olgusunu tanımlamak ve ortaya çıkarmak da kolay olmamaktadır.

Filmin değindiği başka bir şey de, şiddeti toplumun mu doğurduğu yoksa doğal kaynaklı bir şey olduğu mu sorusudur. Değişen, yozlaşan, ahlâki değerlerden uzaklaşan toplumda şiddetin giderek arttığı vurgusu yapılır. Devlet eliyle uygulanan şiddeti, devletin birey ve toplum üzerindeki etkisini de inceler.

Filme izleyen tarafından bakıldığında, izleyici hiçbir karakter ile kendini özdeşleştirmez. Öte yandan toplum içindeki farklı karakterler film süresince tanıtılır. Anne-baba, arkadaşlar, doktor, yazar ve sanatçılar gibi. Toplumun bütününü sağlayan karakterler kübist bir tablo misali gösterilir. Kübizmin çıktığı dönemde anlaşılamayan ve olgulara baş kaldıran bir akım olarak görülmesine benzetme olarak, Otomatik Portakal da anlaşılamamış ve yayın yasağına uğramıştır. Sinema ve kübizm resim akımı çok farklı olarak düşünülse de, birbirlerinden etkilendiklerini söylemek absürt kaçmayacaktır. Sinema kullandığı kurgusal çekim teknikleri ile karakterlerini film süresince parçalar ve yeniden yaratır. Bir bakıma kübizm de, nesneleri parçalayarak ve bu parçalardan yeni bir bütün oluşturarak benzerlik gösterir.

Anthony Burgess’ın kitabı hakkında söyledikleri şöyledir:

“Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna bir baskı yöntemi uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum.”

Özetle film için toplum ve insan eleştirisi diyebilirim. Beni rahatsız edici bazı sahneleri olsa da özellikle şiddet olgusuna ve devletin kontrol ideolojisine dikkat çekmesi açısından izlenilmesi gerektiğini düşünüyorum. Kitabını okumayı da es geçmeyin lütfen..

* Yazarın, kitabın baş kahramanına Alex ismini vermesi de bilinçli bir tercihtir. ‘Lex’ Latince’de kanun anlamına gelirken ‘a’ olumsuzluk anlamı katar. Aynı zamanda kitabı okuduğumda isminin neden‘Otomatik Portakal’ olduğu sorusunu araştırınca Burgess’ın yazdığı bir yazıda bu ismi neden seçtiğini açıkladığını buldum: ”Cokney dilinde (ingiliz argosu) bir deyiş vardır. ‘uqueer as a clockwork orange’. Bu deyiş olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barındıran kişi anlamına gelir. Bu çok sevdiğim lafı yıllarca bir kitap başlığında kullanmayı düşünmüşümdür. Bir de tabi Malezya’da canlı anlamına gelen ‘orang’ sözcüğü var. Kitabı yazmaya başladığımda, rengi hoş bir kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin tam da benim anlatmak istediğim duruma Pavlov Kanunları’nın uygulanmasına dayalı bir hikayeye çok iyi oturduğunu düşündüm.”