SineFilozofi yılda iki kez yayınlanan, uluslararası, hakemli, yaygın, süreli bir elektronik dergi. Sinema ve felsefe alanları arasında disiplinlerarası bir yapıya sahip olan dergi, alanında uluslararası akademik tartışmalara zemin sağlamayı amaçlıyor. SineFilozofi’nin Sahibi ve Yayıncısı, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo TV Sinema Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Serdar Öztürk ile sinema-felsefe ilişkisini ve sinema yayıncılığını konuştuk.
– SineFilozofi ülkemizde yayın yapan hakemli akademik az sayıda sinema dergilerinden birisi. Bu kapsamda bir dergiye ihtiyaç var mıydı, derginin nasıl bir boşluğu doldurduğunu düşünüyorsunuz?
Sinema alanında popüler ve akademik dergilerin sayısı oldukça az. Akademik dergilerde ise genellikle sinema alanındaki klasik temsil anlayışına dayanan yazılar yayınlanmakta. Daha açık belirtmek gerekirse, genellikle bir kuramın merkeze alınıp sinema filmlerinin ikincil kaldığı anlayış hakim paradigma olmuş durumda. Ya da “gerçek yaşam” ve “sinema” arasında bir ayrım yapılıp, sinema gerçek yaşamın bir temsili, bir gölgesi gibi düşünülmekte, üretilen yazılar da bu minvalde olmakta. Böylece yazılar da beklentilerimize yanıt veren özellikler giderek yaygın hale gelmiş durumda. Örneğin bir yazıda “sinemada kadın temsili”, “hayvan temsili” gibi başlığı gördüğümüzde az çok yazının içeriğini tahmin edebiliyoruz: gerçek yaşamda kadınlar şöyledir, hayvanlar şöyledir; filmlerde ise bunlar ya olumsuz ya da olumlu gösterilir.
Benim sinemaya yaklaşımım bu şekilde değil. Sinema hem gerçekliğin bir parçası, hem de gerçek yaşamın ötesinde gerçek yaşamdan taşan öğeleri dahi yakalar. Sinema fiziksel gerçekliği dahi özgürleştirir Kracauer’ün dediği gibi. Sinema bir temsil değildir. Bu argümanlarımı hem son kitabım Sinema Felsefesine Giriş: Film Yapımı Felsefe kitabımda hem de zaman zaman dergideki değinimlerimde ve başka yerlerde yayımlanmış değişik makalelerimde dile getirdim.
SineFilozofi sinema konusunda bu yeni anlayışı merkeze alan manifestoyla çıktı. İlk sayımızda bu manifestoyu yayınlamıştık. Düşüncenin Deleuze’ün belirttiği gibi üç damarı var: sanat, felsefe ve bilim. Aralarında hiyerarşi yok ve sinema da bir sanat olarak düşünceyi kendi tarzında, kendi modunda işliyor. Dergi, bu çerçevede yeni anlayışın hem eğitim yuvası, hem de kendini sinematik felsefe konusunda yetiştirmek geliştirmek isteyen çıraklar, kalfalar ve ustalar için tasarlandı. Derginin bir özelliği sadece akademik yazılara değil, değinilere, kitap eleştirilerine ve yönetmen söyleşilerine yer vermesi ve böylece zaten kendisi “pazaryeri”nin sanatı olan sinemayı daha geniş kitlelere genişletmeye çalışmasından da kaynaklanıyor.
Üstelik SineFilozofi, sosyal medyanın her mecrasında üretim gerçekleştiriyor. Örneğin makalesi yayınlanan yazarlar video makale hazırlıyor ve bunu YouTube kanalımızda yayınlıyoruz. Bunun dışında zaman zaman tartışmalar gerçekleştiriyor, bunları aynı kanalda geniş kitlelere iletiyoruz. Yönetmen görüşmeleri hem yazılı formatta dergide yayınlanıyor, hem de dergi yayınlanır yayınlanmaz YouTube kanalında yayınlanıyor. Facebook’ta, İnstagram ve Twitter’da da oldukça aktifiz. Dergi, Türkiye’de 2016 yılından itibaren video makale yayınlayan ilk dergi olma kimliğine sahip.
– Ülkemizdeki sinema yayıncılığının da, sinema üzerine yazanların ve onların okurlarının da pek akademik kaygılar gütmediğini, güncel (veya günübirlik) ve popüler içerikleri tercih ettiğini gözlemliyoruz. SineFilozofi kendisini “popüler” olandan ayırmak mı istiyor? Akademik yayıncılığın popüler yayıncılıkla farkı ya da ilişkisi olmalı mıdır?
Yukarıda da belirttiğim gibi akademik dergi olmanın yanı sıra yazılı felsefenin sinematik görünümüne yoğunlaşarak daha geniş kitlelere de hitap etmeyi amaçlıyoruz. Bir tür popüler ile akademik hayatın bireşimi, ya da akademik hayatı daha geniş toplum kesimlerine açma gayretindeyiz.
Bunun için geçen yıl 2018’de Akbank Sanat’ta I. Ulusal Sinema ve Felsefe Sempozyumu’nu düzenledik, bu yıl ikincisini düzenleyeceğiz 22-24 Kasım 2019 tarihlerinde. Çok büyük çaplı başvuru oldu. Dergi ile paralel yürüttüğümüz bu etkinliklerde lise öğrencileri dahi yer aldı, büyük bir merakla izlediler sunumları. İki salon da 3 gün boyunca doldu. Böylece bir miti yıkmış olduk: akademik sunumlara az katılım olur mitini. Ev kadınlarından, değişik meslek gruplarından pek çok insan sinema ve felsefe sempozyumundaki bildirileri dinlemeye geldiler, sorular sordular. Bu sempozyumlarda aynen dergide olduğu yönetmenlere de yer verdik, onlarla da söyleşiler gerçekleştirdik. Bunları kameraya çekerek YouTube kanalımızda yayınladık. Böylece akademizmin dışına çıkarak daha entelektüel ve aromatik düşünce diyebileceğim, pozitivist olmayan bir bakışla pazaryerine hitap etmeye çalıştık, çalışıyoruz.
Benim düşünceme göre “kitle kültürü” ile “popüler kültür” farklıdır; kitle kültürü, kültür endüstrisinin yarattığı kültürdür, daha ticaridir, metalaşmıştır; popüler kültür ise halk kültürü ile kitle kültürü arasında ara bir alandır, daha melezdir, ticarilik daha azdır, merak, arzu, istek, heyecan bu kültürde alttan üretilebilir. SineFilozofi, düşünceden taviz vermeden, ama onu daha aromatik, daha estetik ve daha anlaşılır tarzda vermeye çalışarak ve en önemlisi de gerçek yaşamın gerçek koşullarından kendisini yalıtmayarak daha farklı bir dergicilik anlayışını benimsemiş durumda. Zaten derginin İnternette DergiPark’ta indirilme rakamlarından bunda da başarıyı yakaladığı anlaşılıyor.
– Sinema ve felsefe ilişkisi için geliştirdiğiniz “sinematik felsefe” kavramını genel hatlarıyla nasıl özetlersiniz? Her film “deneyimlenerek yazılı felsefenin ötesine geçme” olanağı verebilir mi?
Sinematik Felsefe kavramını, son kitabımdan önce yayınladığım ve dergi ismine de verdiğim SineFilozofi kavramından esinlenerek üretmeye çalıştım. Bir iki yerde yabancı literatürde sinematik felsefe kavramından söz edilse de yaygınlaşmış durumda değil. İkinci olarak orada kullanılan sinematik felsefe ile benim kullandığım sinematik felsefe arasında bazı farklılıklar var.
SineFilozofi kavramı ile sinematik felsefe aslında aynı şeyleri anlatsa bile son zamanlarda sinematik felsefe kavramını daha çok kullanıyorum. Çünkü felsefe ve sinema denilince bambaşka şeylerden, ya da karşıt şeylerden söz ediliyor anlayışına karşı çıkmak istedim. Oysa, sinematik felsefe felsefenin yapılma biçimlerinden birisi, felsefeden ayrı değil. Felsefe, düşüncenin normal işleyişine müdahale etmektir. Eğer öyleyse sinema da duyu-motor mekanizmamızı bozarak gayet etkili müdahale ediyor.
Temelde felsefe üç türlü yapılır: sözlü, yazılı ve sinematik. Burada önemli olan “medium”un kendisidir. Yani siz düşüncenizi sözle de, yazıyla da, ya da sinematik imajlarla da anlatabilirsiniz. Düşünce söze girdiğinde sözün, yazıya girdiğinde yazının ve sinemaya girdiğinde hareket-zaman bloklarının ontolojisine göre biçim alır. Bu anlamda aralarında hiyerarşi yoktur, üstünlük yoktur. Unutmayalım ki felsefe Antik Yunan’da Agora’da önce sözlü başladı, sonra yazılı yapılmaya başlandı. Ama yazı sinemaya kadar egemenliğini o kadar sağlamlaştırdı ki yazısız felsefe yapılmayacağı varsayıldı. Sinema ile birlikte artık yeni felsefeye, film-yapımı felsefeye girmiş oluyoruz. Bu felsefe ses imajlar yani sonik imajlar ile görsel imajlar yani optik imajlarla yapılır.
– Sinema dergilerinin önemli bir bölümü özellikle kağıt krizinden sonra yayınlarını sona erdirmek durumunda kaldı. Yeni teknolojilerin sunduğu olanakları değerlendirerek internet yayıncılığı formunda yayınlarını sürdürenler yahut başından beri internet ortamında sinema yayıncılığı yapanlar var. Klasik dergilerin azalmasıyla sinema yayıncılığının kalite ve düzeyinde bir değişiklik oldu mu sizce? Yine sinema dergilerinin azalmasıyla “sektöre-iliştirilmiş-reklam/tanıtım” odaklı örneklerin de azaldığını ve böylece düzeyin yükseldiğini söyleyebilir miyiz?
Yine “medium”un özelliklerine geliyoruz. İnternet dünyası da plastik gibi görsel ve sesli imajlardan oluşan rizomatik bir evren. Köksaplar gidebileceği yere kadar gidiyor, çok sayıda kişiye değişik biçimlerle ulaşıyor. SineFilozofi’yi kağıt basımı şeklinde çıkarma seçeneğimiz de elbette vardı; ama derginin ayakta durması için eski dönemlerde olduğu gibi özerkliğe önem veren bir haminin de olması gerekti; ya da kolektif bir şekilde herkesin maliyetleri paylaşmasına bağlıydı. Şayet uğraşılsaydı belki bu sorun çözülebilirdi ancak İnternetin sunabileceği fırsatları da göz önüne alarak ikinci seçenek, elektronik dergi yayıncılığı üzerinde daha fazla yoğunlaştım.
Elektronik yayıncılığın en büyük avantajı sadece yurt içi değil yurt dışına da ulaşabilme kolaylığından kaynaklanmakta. Dergiyi bu nedenle ilk sayıdan itibaren uluslararası çıkardım. Editör kurulumuzda uluslararası isimlere yer verdik, İngilizce makaleler ilk sayıdan itibaren yayınlandı. Üstelik, yönetmenlerimizle yaptığımız görüşmeleri İngilizce’ye de çevirdik ve sinematik felsefe gruplarında akademisyenlerle dergiyi paylaşarak yönetmenlerimizin dünyasını onlara tanıttık. Bu sayede uluslararası bir ağ da oluşturduk, entelektüel dostluklar edindik. SineFilozofi ticari bir dergi olarak tasarlanmadı, gönül veren akademisyenler, entelektüeller, sinemayla amatör veya akademik düzeyde ilgilenenler tarafından tutkuyla benimsendi. Ancak derginin ve yaptığımız ve yapacağımız etkinliklerin özerkliğinin korunması ve gelişimi için mali sorunların çözülmesi gerektiğinin de farkındayız. Bunun da ancak kültür endüstrisine bağımlı kalmayan daha minör ve kolektif oluşumlarla çözümleneceğini düşünmekteyim. Düşünenlerin birlikte olduğu minör oluşumun daha kalıcı olabileceği fikrindeyim.
– Sinema üzerine akademik üretimin bir filmin tarihsel ve ekonomi politik boyutlarından çok kültürel (metin okumaları, alımlama çalışmaları) ağırlıklı olmasının sebepleri sizce nelerdir? Bu Türkiye ile mi ilgili yoksa dünyada da akademinin eğilimi bu yönde mi?
Sinema üzerine akademik üretim kuşkusuz değişik boyutlarıyla olabilir; bu anlamda alımlama çalışmalarının en az sinemanın ekonomi politiği kadar önemli olduğunu düşünmekteyim. Gelgelelim bunun nasıl yapıldığı önemli. Daha önce belirttiğim üzere eğer sinema çözümlemelerini, sinemanın kendi içinden değil de, sinematik imajlardan değil de dışarıdan kuramı dayatarak ve sadece onu onaylatmak için sinematografik imajlara bakıyorsak büyük bir sorun var demektir. Klasik yaklaşım budur ve halen egemenliğini sürdürmektedir. Sinemaya tarihsel ve ekonomik çerçeveden bakarken de aynı tuzağa düşülebilir, ki öyledir yapılan bazı çalışmalarda.
Daha açık belirtmek gerekirse, örneğin sinemayı kültür endüstrisinin bir parçası olarak görüp, “sinema egemen ekonomik ve ideolojik çıkarların yaygınlaşmasını sağlayan bir araçtır” gibi indirgemeci argümanlara girdiğimizde pek çok çelişkiyi, diyalektiği ve sinemanın farklı konturlarını dikkate almamış oluruz. Frankfurt Okulu’nda Benjamin hariç özellikle Adorno gibi düşünürlerin yanılgısı da buydu.
Birincisi sinema sadece Hollywood’dan ibaret değildir. Avrupa Sineması ve Üçüncü Dünya Sineması farklı ve özgün örnekleriyle düşünce sinemasının önemli damarlarından olmaya devam etmektedir. Yeri gelmişken, sanat sineması demiyorum, çünkü her sinema filmi sanattır. Ancak paradoks ve problem durumunda ortaya çıkan “düşünce” duyu-motor mekanizmamızı arızalatan bir kavram olarak bence tırnak içinde “sanat” sözcüğü yerine “sinema” sözcüğünün önüne sıfat olarak gelmelidir.
Tekrar sorunuza dönecek olursam, mesele sinema çözümlemelerinde ağırlığın nerede olduğundan ziyade bunu nasıl yaptığımızla ilgilidir. Örneğin sinemaya halen “metin” denilmektedir. Eğer sinema filmleri “metin” ise ağzımızdan çıkan sözlerde mi “metin”dir? Söze basitçe söz deriz, konuşmaya konuşma deriz. Metin yazılı kültürün ürettiği bir sözcüktür, yazılı kültüre uygundur. Eğer sinemanın “medium”undan söz ediyorsak ya Deleuze’ün bahsettiği gibi hareket-zaman blokları kavramını, ya da sinematik imaj, sinematografik imaj gibi kavramları kullanabiliriz. Böylece “medium”un kendi ontolojisine uygun hareket ederiz. Sinema filmlerinin okunmasından söz edilmektedir. Sinema filmi okunmaz, izlenir, üzerinde tartışılabilir, hakkında yazı yazılabilir ya da basitçe “alımlanır”, “özgülenir”. Yazılı materyaller okunur. Ama yazılı kültür o kadar içselleşmiştir ki her “medium”u okuma kavramı ile anlatmaya çalışırız: fotoğrafı okuma, sinema filmini okuma, hatta hayatın kendisini okuma… SineFilozofi Dergisi bu anlayışa karşıdır.
– Türkiye’de toplam sinema yayıncılığını, diğer ülkelerdekilerle nitelik ve nicelik yönleriyle karşılaştırdığınızda nasıl değerlendiriyorsunuz?
Karşılaştırma sadece sinema yayıncılığı ile yapılmaz diye düşünüyorum; eğer bunu yapacaksak sanki diğer alanlarda sorun yok da sinema yayıncılığında sorun var gibi algılanır. İkincisi karşılaştırma bazen bir şeyin kendi içkinliğini yok edebilir. Örneğin daha önceleri anne sütü ile inek sütü karşılaştırmasında anne sütünde olmayan ya da az olan maddenin inek sütünde fazla olması inek sütünün artısı gibi düşünülmüştü. Oysa, soruyu, bebeğin kendi ihtiyacı ekseninde sorsaydık içkinlik düzeyinden hareket edebilirdik. Osmanlı’ya matbaanın niçin geç geldiği sorusu da aynı düzlemde de yanıtlanabilir: Osmanlı toplum yapısında matbaaya ihtiyaç mı vardı? Toplumun büyük çoğunluğu okuma yazma bilmiyordu, saray kendi işlerini okuma yazma bilen azınlık ile çözüyordu.
Sorunuza dönecek olursam böyle bir araştırma yapmadım ancak ilk sorunuzdan itibaren de gözlemlediğimiz üzere Türkiye’de sinema yayıncılığında nicelik ve nitelik anlamında bazı sıkıntılar olduğu bariz. Ancak benzer sıkıntı Türk sinemasında da yok mu? Özellikle AVM’lerin yaygınlaşmasıyla birlikte nitelikli filmlerin yer bulma sıkıntısı, gösterimde az kalma sıkıntısı hatta daha hiç gösterime girmeme sıkıntısı. Sorun çok katmanlı.
Benim düşünceme göre sağlam bir sinema eleştirisi olursa talepte bir değişim yaratılabilir ve endüstri, izleyicinin taleplerine uygun hareket edecek bir çizgiye yavaş yavaş girebilir.
Biraz daha açarsam, çubuğun ucunu izleyicinin nitelikli filmleri izleyecek gözlerin yetiştirilmesine daha fazla yöneltmeliyiz gibi geliyor bana. Zevkler ve renkler o kadar öznel değildir, okumalarımıza, tartışmalarımıza, izlemelerimize, değişik karşılaşmalarımıza bağlı olarak değişir, gelişir. Bu anlamda estetiğin tarihsel bir yönü vardır. Eğer öyleyse küçük yaşlardan itibaren daha düşünce yönelikli imajlara yöneltecek bir eğitim yeni beğenilerin oluşumunda önemli hale gelebilir. Nasıl ilkokuldan başlayarak paragrafta anlam eğitimi veriliyorsa, sinematografik imaj eğitimi ve bu eğitime katkı sağlayacak sinema dergileri, İnternette sinema blogları, sinema sayfaları, sempozyumlar, kongreler gözlerimizi değiştirilebilir, yeni gözler yaratabilir ve bu da üretime yön verebilir. Dergimizin ana misyonlarından birisi de budur.