Ankara’da Eskişehir Yolu’nu sıkça kullananlar o yoldaki meşhur binanın Netflix’in dizileriyle nasıl giydirildiğini anımsayacaklardır. Benim yakın zamanda gördüğüm dev reklam Netflix’in yeni yapımı “Şahmaran”. Gayri maddi kültürel üretimlerin nasıl sürdürülebileceği bugünün önemli tartışmaların arasında yer alıyorken Ortadoğu’nun en iyi bilinen hikayesini ben de bu gözle izlemek istedim. “Netflix’te Şahmaran hakkında ne anlatılıyor?”, “Kültür, platform yayıncılığında nasıl sürdürülüyor?” diye merak ettim. Yapımın büyük hayal kırıklığı olduğu yönünde kaleme alınan yazılar, atılan tweetler, arkadaşlarımın diziden uzak durmam yönündeki gerçek arzuları bu merakı giderek perçinledi. Yıllar önce iletişim kuramlarının önemli ismi Lazarsfeld kanaat önderlerinin tüketim alışkanlıklarımızı belirlediğini belirtmiş olsa da bir umut önyargısız bir şekilde ekran karşısına geçmeyi denedim. Olmadı. Fakat kanaat önderleri nedeniyle değil. Dizinin belki de yapması gereken en temel şeyi yap(a)mamasından: “Şahmaran’nın”, “Şahmaran’ı” anlatmaması nedeniyle yapımla erken vedalaştım. “Tims Productions” şirketinin yapımını üstlendiği dizi Ortadoğu’nun belki de en çok bilinen hikayelerinden birini anlatamıyor. Serenay Sarıkaya’nın canlandırdığı Şahsu, annesini çocukken terk eden dedesiyle, annesinin vefatından sonra hesaplaşmak için Adana’ya geliyor. Şahsu’nun Adana’da bulunmasının bir diğer nedeni ise psikoloji anabilim dalında öğretim görevlisi olması. Kentte bir konferansa katıldıktan sonra hocasının “tutkulu” ısrarı üzerine –dizinin Türkiye akademisine bakarken taktığı pespembe gözlük yeterince alay konusu olduğundan burayı bir kez de ben deşmeyeceğim– bir dönem Adana’da ders vermeye ikna ediliyor. Bir de Serenay Sarıkaya ile başrolleri paylaşan Burak Deniz’in oynadığı Maran var. Kendi çabalarımızla çıkardığımız anlatıya göre yılan ve insan arasındaki savaşın bitmesi uğruna Maran ve Şahsu arasında aşk yaşanması gerekiyor. Hikaye bu kadar. Çok düşündüm: “Anlayamadığım bir şeyler mi var?”, “Ben de mi bir sorun var?”. Hayır, yok. Şahmaran efsanesini ele almada ki yetersizliği bir kenara hikaye, bir hikaye özelliği göstermekten henüz çok uzak görünüyor. Neden – sonuç ilişkisini takip edemiyoruz ve öykü bize herhangi bir yargıda bulunmuyor.
Fantastik hikayelerde neden – sonuç ilişkisi olmadığı da nereden çıktı?
Şahmaran efsanesi, fantastik bir türle işlenecek heyecanımın hemen ilk bölümde son bulduğunu belirtmeliyim. Albayrak’ın, Gazete Duvar’da yayımlanan yazısı –bana kalırsa dizi ile ilgili kaleme alınan en iyi yazılardan biridir– dizinin bu fantastik olamama halini tartışıyor. Yazıda eski zamanların hikayesini bugüne taşıyamamanın yol açtıklarından bahsediyor. Dizi, efsanelere sığınıp olaylar arasında hiçbir nedensel bağ kurmuyor, kuramıyor. İzleyiciyi şimdi sıraladığımda dizi hakkında genel bir fikre sahip olabileceğiniz sorularla baş başa bırakıyor: “Şahsu, dedesiyle konuştuğu ilk sahnede neden sürekli ellerini ovuşturur? Bu rejinin, öyküye katkısı nedir?”, “Şahsu neden annesinin gül tohumlarından dedesine getirmiştir?” Bu gül tohumu Şahmaran efsanesini açıklamak için nasıl bir amaca hizmet eder?”, “Şahsu bir öğretim görevlisiyken neden Zeki Demirkubuz’un Masumiyet filmindeki otelini anımsatan bir yerde konaklıyor ve sonra nasıl oluyor da hiç sevmediği dedesinin çiftlik evine yerleşerek bir anda Maran karakterinin karşı komşusu oluveriyor?”, “Şahsu, “Kurtarıcı Kompleksi’ni anlattığı sunumu sırasında neden Maran’ın babası bize gösteriliyor?” Şahmaran hikayesi neden önce Hıdrellez Gecesi’nde patlak veriyor?”, “Bunun efsaneyle ve yerel ritüellerle ne ilgisi var?”, “Bence en önemlisi Şahmaran efsanesinin ana karakteri olan “kadın” karakteri neden yine bir erkek, Maran yangından kurtarıyor?”, “Maran’ın kardeşi neden ressam?”, “Maran neden sürekli motor tamir ediyor?”, “Efsaneyi bugüne taşımak adına neden karakterlerimizin –dede, Şahsu, Şahsu’nun annesi– “deli” olması ya da öyle hissetmesi gerekiyor?”
Bir, iki, üç, dört tamam. Daha da katlanamam!
Ben de anlatıyı takip edemediğimden yahut Şahmaran efsanesi yanı başımızdan geçip gittiğinden dizinin beşinci bölümüne dek Adana’nın nasıl temsil edildiğine odaklanmaya çalışıyorum. Küresel piyasa rekabetinde tüm ülkelerin kentlerini tüketime açması üretim ve tüketim pratiklerinin soyut çıktılar vermeye başladığı enformasyonel kapitalizmin, yeni ekonominin bir sonucudur. Kentlerin küresel rekabetin bir parçası kılındığı 1980’lerden itibaren medya ürünlerinde mekanların bir cazibe unsuru olarak kullanıldığını görürüz. O günden, bugüne film ve dizilerde kentlerin sergilenmesi hız kazanır. Kentlerin fiziksel (doğal nitelikler) ve kültürel değerleri yapımlarda öne çıkarılır. Dizinin başlangıçta Adana temsili konusunda – 01 plakasını görmesek Adana olduğunu anlamayacak dahi olsak– “iyi niyetli” olduğunu belirtmeliyim. Adana’yı cazibeli kılmaya yönelik attığı küçük adımın gözümden kaçmadığını söylemeliyim. Fakat Yıldız Tilbe’nin bezgin aşk şarkısından alıntıladığım bu başlığın kent temsili konusundaki görüşlerimi aktarmak için son nokta olduğunu ifade edeceğim.
Diziyi dördüncü bölümden terk edişimin sebebi şarkıda olduğu gibi Adana temsilinin gerçekteki Adana’yı temsil etmeyerek bizi kandırması değil. Netflix’te gerçek Adana’nın nasıl bir yer olduğunun temsil edileceğine inanmadığımı baştan belirterek bu konudaki duruşumu göstermem gerekir. Tanıtım endüstrisi çoğunlukla kapitalizmin kendi dinamiklerinden temelleniyorken bir kenti beklediğimiz “çıplaklığıyla” –dışarıda bırakılan sokakları, kimlikleri, yaşam pratikleri, ötekileri– görememek bana kalırsa bir yere kadar platformun doğasından kaynaklanır. David Harvey’den okuduğumuz gibi kentler hem yatırımcı çekebilmek hem de turizm gelirleri adına 1980’lerden bugüne yaşamanın, gezmenin, görmenin ve çalışmanın ideal mekanı olarak kendilerini birer cazibe unsuruna dönüştürürler. Bu yüzden kaygısı daha fazla izleyici çekerek kar elde etmek olan ve kentlerin rekabetini destekleme amacı güden bir platformun Adana’nın toplumsal gerçekliğini anlatma konusunda çok da istekli olacağına zaten inanmıyorum. Bana kalırsa bunun böyle olmaması gerektiği ve temsillerle nasıl mücadele edileceği çok daha derin bir tartışmanın konusu ve yalnızca Türkiye’nin sorunu değil. Öyleyse beklentimi düşürerek en çekirdek soruyu soruyorum. “Dizide Adana’yı görüyor muyuz?”, “Herhangi bir yerel kimlikle karşılaşıyor muyuz?” Adana’nın bir cazibe unsuru olarak sunumu, gerçeği yansıtmama bir kenara ilk dört bölümde en sık kullanılan mekanlar kimlikten arındırılmış durumda. Üniversite, göl kenarı, çiftlik evi. Sahiden, Adana bu işin neresinde? Bölümlerin neredeyse tamamı bir çiftlik evinde geçiyorken, Adana kebabın yendiği sokak, Anavarza Kalesi, ovalar dağlar kendine yeterince temsil şansı bulamıyor. Yerel kıyafetleri de Şahsu’nun bir kez giydiği pembe çiçekli şalvar ve dedesinin çiftliğinde çalışan karakterler dışında pek kimse de göremiyoruz. Dizideki Hıdrellez sahnesi Güney Amerika karnavalları hatta bir sirk tadında geçip gidiyor. Gözlerimiz neredeyse jonglör ve renkli ipleriyle oynayan maymunlar arıyor. Yerel müzik zaten yok.
Bana kalırsa bu durumun iki sebebi var. Birincisi Türkiye’nin politik sorunlarından biri olan yerele içkin politika üretme başarısızlığının dizilere yansıması. Kent ve kültür yönetimi üzerine kaleme alınan çalışmalarda sıkça belirtilen unsur yerel yönetimlerin politika üretirken kentin kendi yerel kültürünü gözden silmemesine, yerel niteliklere uygun politikalar üretmesine dikkat etmesi gerektiğidir. Bu nokta kültür politikaları söz konusu olduğunda daha da anlam kazanır. İkincisi söz konusu makro sorunun bir dizinin anlatısına bırakmış olduğu belli belirsiz izdir. Albayrak’ın fantastik anlatılarımıza yaptığı eleştiriden yola çıkarak fantastik anlatılarda neden – sonuç ilişkisi kuramamanın yanında kendi “fantastikliğimizi” bulamamış olmamız bizi Adana’dan mahrum eden çekimlerle sonuçlanıyor. Şahmaran üzerine atılan tweetlerde de gördüğümüz gibi dizinin Şahmaran değil, Twilight’a dönüşmüş olması çekimlerin Adana sokaklarından, kültürel mekanlarından daha çok ormanların içinde bitkisel karışımlarla bir şeyler yapan –Lokman Hekim’e bir gönderme olsa gerek- Maran’ı görmemize neden oluyor. Kentin aktarlarından çok Maran’ın çiftlik evindeki bir tuhaf sihirli karışım mutfağını görüyoruz. İşin kötüsü o karışımlarda bir portakal kabuğu dahi yok. Daha önce belirtildiği gibi Şahmaran efsanesi anlatılamayınca, dizinin çekimleri Şahmaran anlatısının gerektirdiği mekana ne yazık ki taşamıyor. Çiftlik evinin içine tıkılıp kalıyor. Nihayetinde anlatının dili mekanların temsilini etkiliyor, mekanların kullanımı da anlatıyı içine çekerek Şahmaran anlayamadığımız, konumlandıramadığımız bir diziye dönüşüveriyor. Hal böyle olunca gayri maddi kültürel üretimlerin sürdürülmesi de bu dizi üzerinden pek mümkün değil. Muhakkak kaygısı da bu değildir. Sonuç olarak Adana’nın nasıl temsili şöyle dursun, kenti ve ona dair herhangi bir niteliği görmüyoruz. Hoş, bazen hiç temsil etmemek de bir temsil biçimi olabilir ama dizinin gösterdiği mekanlardan tam olarak böyle bir derdi olup olmadığını da anlayamıyoruz doğrusu. Yine de Şahmaran efsanesi pek anlaşılmadığı için birileri bir yerde Google arama motoruna “Şahmaran kim?” yazmıştır diye umut ediyoruz. Çünkü maalesef bu kimliği diziden tanımak pek mümkün görünmüyor.
Aybüke Doğan
Kaynaklar
Albayrak, H.A. (2023, 26 Ocak). Huyu suyu plastik bir Şahmaran!. Gazete Duvar.
https://www.gazeteduvar.com.tr/huyu-suyu-plastik-bir-sahmaran-haber-1600216