Trier’in ‘Dünyanın En Kötü İnsanı’, günümüzün özgürlükçü bir mahallesinde yetişen insanlarına, kadın-erkek ilişkisi ne menem bir şeydir diye sorduğunuzda, verilebilecek en etkileyici cevaplardan biri. Hemencecik alev alan yüreğimize olduğu kadar sorgulayıcı aklımıza da seslenen çağdaş bir başyapıt.
Ne Cannes’mış ama ve dolayısıyla ne Filmekimi’ymiş diyoruz bir kez daha… Fısıltı gazetesi öyle bir çalıştı ki, Cannes’da sadece başrol Renate Reinsve’ye bir ‘Aktrist Ödülü’ kazandırmakla yetinen Dünyanın En Kötü İnsanı (Verdens Verste Menneske) Filmekimi’nin en beğenilen filmlerinden biri oldu. Bu ilgide yönetmeni Oslo, 31 Ağustos filminden bu yana takip edenlerin de payı olabilir elbet ama yine de Dünyanın En Kötü İnsanı ne Hollywood filmiydi ne ana akıma meyleden çok bariz karakteristikleri vardı ne de İngilizceydi ama belli ki çağdaş bireyin kılcal damarlarına ışık tutan bir yanı vardı ve kadın-erkek fark etmeksizin pek çoğumuzu derinden etkiledi… Öyle ki, önce Şubat olarak belirlenen vizyon tarihi 19 Kasım’a çekildi, yetmedi 3 Kasım’a İstanbul ve Ankara gibi kentlerde ön gösterim konuldu, yine yetmedi, bu gösterimlere ek seanslar konuldu ve sanki o korku duvarı yıkıldı, uzun bir süre sonra mesafesiz olarak, tıklım tıklım bir salonda film izledik. Sen çok yaşa e mi sinema !
Filmekimi yazımı yazarken belki dikkatli okurların içten içe sezdiği husus; birçok filmin özgürleşen toplumlarda kadının konumu üzerine dolaylı da olsa söz söyleyen bir bütünlük arz etmesiydi. Dünyanın En Kötü İnsanı’nı da izledikten sonra artık net biçimde bu yılki Cannes Film Festivali’nin adı konmamış tematiğinin ‘Özgür Kadın’ olduğunu söylemek mümkün. Elbette yıllarca, üstelik Altın Palmiye’yi gayet hak etmelerine karşın Maren Ade ve Céline Sciamma gibi yönetmenlere bu ödülü layık görmeyen, kararlarının maçist olmasıyla tartışılan ve bu yıl uzun tarihinde sadece 2. kez bu ödülü bir kadına layık gören bir festivalin kurduğu jüriden bahsediyoruz. Cannes’da bu sene gerçekten kadınların senesiymiş diyoruz ama hala önemli bir farkla, yine çoğunlukla erkeklerin anlattığı kadınların…
Geçtiğimiz yıllarda Agnés Varda’nın da içinde bulunduğu kadın yönetmenler ‘Me too’ hareketinin bir parçası olarak Cannes’ın meşhur merdivenlerinde festivaldeki kadın temsilinin hala çok az olduğunu eleştiren bir açıklama yapmışlardı. Bu açıklamanın önümüzdeki yıllarda artçıl etkilerinin olacağı öngörülebilirdi hiç kuşkusuz, bu etkiler kadın temsilini yeterince arttırmadıysa da esaslı kadın öykülerini arttırmış en azından…
Dünyanın En Kötü İnsanı, sol değerlerle liberal değerleri optimum düzeyde bir araya getirdiği söylenen, ekonomik, siyasal ve kültürel pek çok sebeple günümüzün en özgürlükçü toplumlarından biri denilen Norveç’te, merkezine yetişkin bir kadını aldığı bir kadın-erkek ilişkisinin konumunu perdeye taşıyor. Aynı zamanda Norveç evlilik dışı doğum oranlarında %60’lara varan lider ülkelerden, ki bu oran 1996’da bile %48-49’du ve kademe kademe yükseldi. Süreğen artış eğilimi çoğu yerde devam ediyor, özellikle son 25-30 yılda (Türkiye şu an %3’lerde Azerbaycan %16’yı aştı). Dolayısıyla Norveç’te kadınlar üzerinde ataerkil baskının ne kadar düşük olduğunu varın siz tahmin edin ve ek olarak filmin genç yetişkinleri olduğu kadar en azından bizdeki yaşı geçkin seyirciyi aynı ölçüde etkilemeyeceği kanaatindeyim…
Bu yazıyı yazıp bitirdikten sonra (bu paragrafı artık eklemezsem çatlarım dedim) kim ne demiş diye yaptığım kısa göz gezdirme esnasında Variety’den bir eleştiri bebekliği 80 ve 90’larda geçenler için filmin mihenk taşı bir sanat filmi olmayı hak ettiğinden dem vuruyordu ki, içimden aklın yolu birmiş deyiverdim.
Artık filme dönecek olursak; 1 prolog, 12 bölüm ve 1 epilogdan oluşuyor ve Julie’nin yaklaşık 4 yılını perdeye taşıyor. Son derece hayatın içinden, su gibi akan bir senaryonun içindeki Julie’yi içtenlikçi bir yaklaşımla yorumlayan Renate Reinsve başta olmak üzere yine Anders Danielsen Lie’nin de çok iyi olduğu bir film bu ve böylesi başarılı oyunculukların gerisinde Trier, beklenmedik bir anda animasyonlardan yararlanan, bir an sadece Julie’yi (ve Eivind’i) hareket halinde bırakırken yaşamı donduran, her bölümde Julie’nin ruhuyla beraber filmin de ruhunu bir miktar değiştiren incelikli bir sinema dili yaratmış. Öncelikle bunun için alkış… Ardından toplumun ya da ana akım sinemanın koyduğu her tür muhafazakar bariyeri senaryosuna iliştirdiği pek çok detayla sarstığı devrimci içeriği nedeniyle bir alkış daha…
Bir sahnede yönetmenin eski fotoğraflar eşliğinde gösterdiği gibi 30’larına yaklaşan Julie karakteri, büyük büyük büyük büyük annelerinin ne yazık ki tadamadığı özgürlüğü en doyasıya yaşayabileceği ülkelerden birinde, 21.yüzyıl Norveç’inde yaşıyor. Önce 40’larındaki sevgilisi Aksel ile birlikte yaşıyor ardından ise gönlünü Eivind’e kaptırıyor. Aksel çocukları olmasını isterken Julie buna hazır olmadığını söylüyor ama ne hikmetse bir süre sonra biraz daha irice, kendi yaşına daha yakın Eivind’ten hamile kalıyor, Julie’nin deyişiyle kaza sonucu. Gerçi o çocuğu da isteyip istemediği konusunda kararsız ve son noktada istemiyor aslında. Ve tıpkı Hamaguchi’nin ya da Audiard’ın Filmekimi’nde izlediğimiz filmlerinde olduğu gibi bir kez daha, evet bir kez daha altını çize çize ilişkiyi bir kadın başlatıyor ve kadın bitiriyor, her seferinde hem de (Hani derler ya iyi tamam da bitiren bazen aynı kadın olmayabilir. Doğru, aslında Julie’nin Eivind’i başka bir kadının elinden kaptığı düşünülebilir, az da görsek o da yine çevrecilik ve yogayla kafayı bozmuş bir başka tanıdık tipti). Üstelik bu ayrılığa mantıklı bir gerekçe de bulamıyoruz. Julie de bulamıyor çünkü. Sanatçı ruhlu ve zaten karikatürist olan Aksel, Julie’nin ayrılık kararıyla perişan oluyor elbette. Belki de bu ayrılığın öfkesiyle bir tv programında post-feministleri ‘fahişe’ olarak yaftalayacak kadar ileri gidiyor. Ama Julie’den aldığı cevap: “Bitmesi gerekiyordu ve bitti, seni seviyorum tabii ki ama hem de sevmiyorum galiba ya da hislerimi kelimelere dökmemi istiyorsun her şeyi kelimelere dökmemi istiyorsun. Hıh problem de bu zaten” oluyor. Daha sonra Julie farklı nedenlerle Eivind’le de kavga ediyor. Belki yaşdaşı ama garsonlukla geçinen Eivind de ağzının payını fena alıyor. Garsonluktan daha iyi bir kariyer planı olmadığı için sert biçimde azarlanıyor anlayacağınız. Nasıl diyeyim, Eivind’i canlandıran Herbert Nordrum’un o donakalan yüz ifadesi gerçekten yürek burucuydu…Aksel ise zaten kanser oldu, bilmem bunda Julie’nin terk-i diyarının bir etkisi var mıdır?40’larının ortasındaki Aksel yine ustalıkla çekilmiş bir sahnede Julie için hayatımın aşkı dese de hayatını tek bir kadının varlığına şartlaması ne kadar doğruydu? Yine de filmdeki hiçbir karaktere kızmak mümkün değil. Dünyanın En Kötü İnsanı Julie’ye dahi. Zaten Aksel de hasta yatağında son kez Julie’nin çok iyi bir insan olduğunu ifade ederek noktayı koydu kanımca.
Filmin belli bölümlerindeki diyalogları Ingmar Bergman’ın filmleriyle kıyaslanacak düzeyde güçlü, düşündürücü ve bunun için de büyük bir alkış ve çok açık ki pek çoğumuzun öyle veya böyle bazı deneyimleriyle de örtüşüyor. Trier, günümüz dünyasında benzer örneklerine daha sık rastlanan bir ‘özgür kadın’ portresi çiziyor. Cinselliği arzuladığı kişilerle istediği düzeyde yaşayan ve ona biçilen (belki doğanın) annelik gömleğini giymek zorunda hissetmeyen bir portre bu. Elbette Trier’in kadın zincirlerinden kurtulduğunda illa ki Julie gibi bir şey olacaktır demek istediğini sanmıyorum, belki böyle olmayabilir de, ama şu açık: Evet pek çok ‘özgür kadın’ da Julie’den farksız, kararsız ve değişken hayatları yaşıyor dünyanın dört bir yanında…Sosyal medyada Julie için aynı ben diyen kadınların çokluğu da bir tür kanıttır… Filmde çok değinilmese de kimileri Julie’nin problemli bir babayla olan ilişkisinin o beylik ifadeyle ananelerimiz gibi uzun vadeli sağlam ilişkiler kurmaktan alıkoyduğunu belki düşünecektir. Peki diyelim ki öyle, o halde Norveç gibi bir ülkede en fazla 30 yıl önce o problemli babayı tercih eden de sonuçta yine bir kadın değil midir? Julie’nin anne ve babasının beşik kertmesi olduklarını düşünenimiz yoktur sanıyorum… Sonuçta Trier, epilog bölümünde Julie için bir son hazırlamış ama şu anı bizimle kanlı canlı yaşayan Julie’nin 10 yıl sonra 20 yıl sonra nasıl bir hayatı olacağını da merak ediyoruz. Yalan yok !
Herhalde her daim çağına ayna tutan Cannes, Dünyanın En Kötü İnsanı örneğinde de olduğu gibi kadın-erkek ilişkilerinin tüm açmazları ve hayatın giderek dijitalleşmesiyle girdiğimiz geri dönülmez bu yolculukta, her ne kadar erkeklerin perspektifinden olsa bile kadın cinsiyeti üzerine daha çok düşünmemizi istiyor… Bu konuda Hamaguchi’nin Drive My Car’ı için çok üstünkörü birkaç cümle yazmıştım. Daha uzun okumalar yapmak isteyenler özellikle Payel Yayınevi’nde zamanında basılan ama hala içlerinde birinci basımı bile tükenmemiş ya da sadece birkaç basım yapabilmiş pek çok kitabı karıştırabilirler. Ataerkil toplumun, tarım toplumuna geçildikten sonra dolasıyla uygarlık tarihiyle koşut ortaya çıktığı ve daha öncesinde sanıldığı kadar yaygın olmadığını hatta insan doğasının (hayvan türlerinde olduğu gibi) anaerkil (anayerli de denir) olduğunu söylesem bana ne dersiniz? Peki tarım toplumu dedik dolayısıyla mülkiyet ortaya çıkana kadar ailenin çokça sadece anne ve çocuktan meydana geldiğini, babanın ailenin bir ferdi olmadığını söylesem ya da muhafazakar partilerin kadın fazla özgürleşirse toplumun direği aile çöker söylemlerinin tüm anlattıklarımızla bağlantılı olduğunu. O halde bugün hepi topu 6-8 bin yıllık geçmişi olan ataerkil toplum ve onun dikte ettiği monogaminin dalga dalga darbeler aldığı toplumun kadınlarını daha iyi anlamak için belki de mülkiyet öncesinin kadın-erkek ilişkisine göz atmakta fayda vardır. Kim bilir…