‘Evrensel bir nimet olan sessizlikten zevk alabilenler, dünyanın en mutlu kişileridir’ diyen Charlie Chaplin, bu tutumu ile her kesime hitap eden dokunuşları sayesinde sinema tarihine nevi şahsına münhasır bir o kadar da mükemmel bir yön vermiştir. Chaplin’in bu evrenselliği Yeşilçam’da da yankı bulmuştur.Bu filmlerin en bilinenleri arasında The Kid filminden uyarlama, 1986 yapımı, yönetmenliğini Memduh Ün’ün üstlendiği Garip filmi gelse de ondan daha eskilere dayanan 1977 yapımı, Atıf Yılmaz’ın yönetmen koltuğunda olduğu İbo ile Güllüşah da The Kid filminden izler taşır. Bakımveren sevgisi ve dostluğun önemine vurgu yapan bu izleri daha iyi anlayabilmek adına Charlie Chaplin’in uzun metrajlı ilk komedi klasiği olan The Kid filminin içeriğine kısaca değinmek istiyorum.
Film, acıklı bir konuyu ihtiva etse de trajik ögelerinden arındırılıp, ele alınış itibari ile komedi türünün hakkını vermiştir. Vakıf Hastanesinde başlayan filmde belirtildiğini üzere ‘’günahı anne olmak olan bir kadın’’ çaresiz bir şekilde bebeğini o dönemde ekonomik düzeyi ortalamanın üzerinde olanların sahip olabileceği bir otomobile bırakıp terk eder.Bebeği ile hayatını idame ettirmek adına sevgisini yetersiz bulan ve günlük maişet derdini sağlayamadığı için bebeğini terk etmek zorunda olduğunu düşündüğümüz annenin yanı sıra baba da derin bir şekilde anneye ait elinde kalan tek parça olan fotoğrafına baktığı sırada irony of fate (kaderin cilvesi) diyebileceğimiz bir şekilde, fotoğraf şömine ateşine düşer ve yanar. Böylece baba içinde taşıdığı, kadın ile duygusal bağına ve bitirilmemiş işine alev almış bir fotoğraf eşliğinde hoşça kal der.Bir tarafta aile mefhumu kurulamadan alev aşmışken diğer tarafta arabayı kaçırmak isteyen hırsızlar bebeği fark eder ve çöpe atar. Bebek, Tramp (Chaplin) tarafından keşfedilir ve çöpün etrafında değerli bir dostluğun tohumları atılır. Annenin yazdığı ‘’Lütfen bu öksüz çocuğu sevin ve ona bakın’’ yazılı notu da bulan Tramp, bir çocuğun sadece bakıma değil, ruhunun gıdası olan sevgiye de ihtiyacı olduğunu kavrar.Annenin kafasında tahayyül ettiği gibi bebeğini zengin bir aile sahiplenmez aksine Trump ile de maddi açıdan kısıtlamalar ile dolu bir hayatı olan bebek (Jack),neyse ki sevgi yönünden eksik kalmaz.Bu uyumlu aynı zamanda garabet görünümlü ikili geçimini tam anlamı ile taştan çıkarır. Bir diğer deyişle, Jack kayaları fırlatarak camları kırar ve Tramp tesadüfen oradan geçen bir camcı edasıyla bir ücret karşılığında kırılan camları tamir etmeyi teklif ederek hayatlarını sürdürmeye çalışırlar.
Tramp ile Jack aralarındaki dostluk ve sevgi ilişkisinin paralelini İbo ile Güllüşah filminde izleriz. En belirgin fark burada The Kid filminin aksine zengin bir aileye sahip, geçim derdi olmayan ve çokça oyuncağa sahip ol Gülşah(zamanla adı Güllüşah olur) adlı bir kız çocuğu vardır. Bakıcısı ve ailesi tarafından sürekli cezalandırılan bu çocuk, hiçbir cezanın cezasız kalmayacağını kanıtlar. Filmde gördüğümüz üzere çikolatasını sokaktaki çocuklar ile paylaştığı için banyoda kilitlenme cezası alan Gülşah, bu cezayı hak etmediğini düşündüğü için intikam duyguları içerisinde yaşar ve o da karşı tarafı cezalandırmak ister. Gerçekten de ceza çocuk eğitiminde tercih etmediğimiz bir yöntemdir. Çünkü ceza hem yanlış öğrenmelere hem de olumsuz sonuçlara sebebiyet verir. Her şeyden öte korkutucu ve saygıdan uzak bir yöntem olan ceza, çocuğu ‘’Hak etmediğim halde beni cezalandırdılar. O halde onların da cezalandırılması gerekir’’ düşüncelerine iter. Güllüşah’ın kullanacağı cezalandırma yöntemi ise tanıdıktır, rol model olan ebeveynlerinden öğrendiği düstur ile onlar için en uygun olanı seçer ve intikam ateşiyle yanıp tutuşur.
Hem ailesinin kıymetini anlayıp onun için üzülmelerini istediği için hem de tek dostu olan İbo’nun başlık parasını denkleştirmek için evden kaçar. Bir diğer deyişle, İbo’nun sevdiği kız için istenilen başlık parasını kendine fidye olarak belirler ve ailesinin bu miktarı temin edip dostunun evlenmesine vesile olur. Filmde beni etkileyen sahnelerden birisi de renkli oyuncakları arasında olan Güllüşah’ın onlara bakarak ‘’Hiçbiriniz ile oynamak istemiyorum, hepinizden nefret ediyorum.’’diye serzenişte bulunmasıydı. The Kid filminde gördüğümüz çocuk profilinin aksine maddi yönden refah içerisinde olan Gülşah’ın ihtiyacı olan oyuncakların dünyası değil, bakımverenleri tarafından göremediği ilgi, sevgi ve şefkatti. Bu yüzden de ‘’Annem ile babam benim için üzülsünler, beni biraz sevsinler istiyorum. Başka bir şey istemiyorum.Güzel elbiseler,çikolatalar alırlar.İsviçre’de okutur, dadı tutarlar.İyi yetişmemi isterler ama sevgi göstermekten korkarlar. Annemin beni bir kerecik sevgi ile bağrına bastığını hatırlamıyorum İbişko’’ diyerek evden kaçarak ebeveynlerini cezalandırmayı tercih eder. Günümüzde daha da genişleyen ve özellikle yetişkinler üzerinde tezahür eden tüketim dünyasında ürün x ile içlerindeki boşluğu doldurup daha mutlu olacakları fikri mevcuttur. Bu yetişkinler çocuklarını oyuncaklara boğarak aynı şekilde onların da satın alınan ürünler ile mutlu olmalarını hedeflerler. Oysa hiçbir ürün içimizdeki boşluğu hele de ruhsal gıda olan sevginin boşluğunu oyuncaklar dolduramaz.
Filmlerin geçtiği 1900’lü yıllardan yaşadığımız 2000’li yıllara değin gerçekleşen devinim ve teknolojik gelişmeler sonucunda ‘’sevgi’’nin zaman mefhumuna sahip olmayan bir kavram olduğunu bir kez daha anladım. Bilhassa dünyaya gözlerini açan bebeğin ruhsal gıdası olan sevgiyi her yaşında hissetmek isteyeceği ve ömrünün son kullanma tarihi dolana değin geçerli olacağı aşikar.