29 Mart 2019’da yitirdiğimiz Agnès Varda, Fransız Yeni Dalgasının tek kadın yönetmeniydi. Varda’nın geliştirdiği sineyazı (cinécriture) kuramıyla çektiği filmler; fotoğraf, yerleştirme ve edebiyatı bir araya getiren, disiplinlerarası çalışmalardır.
“Ancak yeni bir dil üretebilirseniz, her zaman kendi şarkılarınızı söyleyebilirsiniz” diyen Varda, sinema tarihinde pek çok geleneği kırmaya başladığında henüz çok gençti. Toplum tarafından verilen sınırlara takılı kalmak ona göre değildi.Mevcut sinema, kurgulanan hayalleri gerçekleştirmek için yetmediğinde Varda gibi bazı yönetmenler, mevcut olanı yıkıp bir dil üretirler. Agnès Varda’nın kendine ait dili, renkleri, tutkuları vardı.
Bütün sanatların eleştirmenleri tarafından genel bir tutum olarak uygulanan kadın sanatçıları görünmez kılma çabası sinemada da kendini göstermektedir. 1950’li yıllarda Fransa’da mevcut sinema sektörüne başkaldıran sinema eleştirmeni ve yönetmenlerin bir araya gelerek oluşturdukları “Yeni Dalga” akımı, sinema tarihinin en önemli akımlarından biridir. Ortaya çıktığı günden bugüne bahsedilirken Jean-Luc Godard, Jacques Demy, François Truffaut, Eric Rohmer ve Louis Malle gibi erkek yönetmenlerin sinemalarına yer verilirken Agnès Varda adeta görünmez kılınmıştır. Varda, kadın üzerinden kullanılan sinema dilini reddederek alternatif bir sinema arayışında olmuştur. Bu arayışı sonucunda Yeni Dalga akımının ilk filmi La Pointe Courte (Paralel Yaşamlar)’yi çekmiş ve akımın tek kadın yönetmeni olmuştur. Buna rağmen Varda’nın ismi ve sineması Yeni Dalga literatürünün dışında bırakılmaktadır.
İlk uzun metraj filmi ile kendisi gibi sinemanın geleceğine dair farklı fikirlere sahip yönetmenleri de etkilemiştir. Bu doğrultuda Germaine Dulac’ın izinden giderek ataerkil sinemanın karşısında durmuştur. Agnès Varda ayrıca kadının toplumsal rolünün iyileştirilmesine ve bu rolün sinemadaki temsiline dair sinemasında ortaya koyduğu fikirleri nedeniyle feminist film teorisyenleri tarafından öncü feminist yönetmenlerden biri olarak kabul görmektedir.
Cléo de 5 à 7 filminde filmin ana kahramanı olan Cléo isimli şarkıcının 21 Haziran 1961 tarihinde on yedi ile on dokuz saatleri arasında geçirdiği iki saati perdeye aktarılmıştır. Filmde Cléo’nun geçirdiği zaman, gerçek zaman ile paralellik göstermektedir. Yeni Dalga sinemasında erkek kahramanların olduğu, kadın kahramanların ise ikincil konumda kendilerine yer bulabildiği dikkat çekmektedir. Ancak Varda, erkek kahramanına sınırsız özgürlük tanımak yerine, filmin kadın kahramanı olan Cléo’ya bu özgürlüğü tanımayı tercih etmiştir.
Agnès Varda sinemasında kadının yalnızca özel alanda değil kamusal alanda da serbest bir biçimde temsil olanağı bulduğu görülmektedir. Örnek olarak, Cléo’nun evine gitmek üzere bindiği taksinin şoförünün bir kadın olması gösterilebilir. Varda, izleyiciye büyük oranda günümüzde dahi görmeye alışık olunmayan o döneme ilişkin koşulları resmetmektedir. Cléo ve yardımcısının taksi şoförü kadına imrendikleri bu sahnede açıkça ortaya çıkmaktadır. Filmin o sahnesine kadar henüz kendi bireyselliğini keşfedemeyen Cléo, taksi şoförü kadının istediği işi yapabilme konusundaki özgürlüğüne hayran kalmıştır.
“Cléo de 5 à 7″de birbirinden anlatı bakımından farklı iki bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerden ilkinde ölüm korkusunun ele geçirdiği, hayatı boyunca aldığı kararlar ya da yaptığı seçimler kendi elinde olmayan, kendi hayatına hükmedemeyen bir Cléo vardır. Bu şekilde Cléo, Mulvey’in belirttiği gibi, bir yandan izleyicinin arzu nesnesi, bir diğer yandan da kendi hayatının öznesi değil nesnesi haline dönüşmektedir. Filmin öyküsünün Cléo’nun bu dönüşümünü destekleyecek ve bu amaca hizmet edecek şekilde kurulduğu görülmektedir. Öyle ki kamera, izleyicinin dikkatini Cléo’nun vücut hatlarına, peruğuna, yüksek topuklarına çekmeyi başarmaktadır.
Bu doğrultuda Cléo, filmin ilk yirmi beş dakikalık bölümünde bakılan konumundadır. Sevgilisinin, arkadaşlarının, sokakta ise karşılaştığı kişilerin bakışları daima Cléo’nun üzerinde yoğunlaşmaktadır. Varda bu noktada geleneksel sinemanın erkeği daha kusursuz,daha güçlü şeklinde, kadını ise daha edilgen ve güçsüz şeklinde kodlamasına eleştiride bulunmaktadır. Önceleri öznelliğini güzelliği, bakımlı ve sağlıklı oluşu ile elde edebileceğini düşünen Cléo, yaşadığı hayatın kendisini esir aldığını hissetmeye başlamasının ardından öznelliğe tüm bu koşulların geçici olduğuna ve Cléo’yu gerçekte Cléo yapanın kendini olduğu gibi kabul etmekten geçtiğine kanaat getirmiştir. Cléo, zihninde yaşadığı bu değişimin ardından filmin başından itibaren kafasından çıkarmadığı peruğunu çıkarır. Bu davranışı Cléo’nun kendini gerçekleştirme ve kendini olduğu gibi kabul etme yolunda attığı ilk adım, simgesel bir dışavurum şeklinde yorumlanabilir.
Bu noktadan sonra, Cléo sokağa çıkar. Filmin ilk bölümünde bir arzu nesnesi olarak bakılan, Cléo kendini keşfetmeye başladıktan sonra bakılan konumundan bakan konumuna geçtiği dikkat çekmektedir. Cléo’da görülen bu çaba ve gayret, Varda’nın 1970’li yıllarda ilhamını aldığı feminist hareketten gelmektedir.
Yeni Dalga’nın en ayırt edici özelliği, sinema filminin gerçekliğine inanmaya seyircinin algılarını sürekli bozmasıdır. Kimi zaman bir dış ses, kimi zaman aniden bölünen sahneler öykü ne kadar gerçek olursa olsun, bize bir film izlemekte olduğumuzu devamlı hatırlatır. Bu filmde de her beş, yedi veya on beş dakikada bir araya giren ve filmi bölümlere ayıran sayaç aracılığıyla seyircinin ulaşmayı hedeflediği katarsisle bağını koparır.
“İnsan, öleceğini bile bile nasıl yaşar? Ya çıldırır ya da öleceğini unutur…”
Cleo baktırdığı tarot falında öleceğini öğrenmesi üzerine, ölüm korkusuyla tanışır. Filmde Cleo’nun öyküsü bizim yaşamımız kadar gerçek görünse de bir yabancının iki saatine tanık olmaktan öteye gidemeyiz. Filmin 90 dakikalık süresi, Cléo için zaman akışının gerçekten hızlandığına işaret ederken; yaşamı hissettiği ve algıladığı süre artmaya başlar.
Falcının Cleo’nun hayatını anlattığı sahneler renklidir ama Cleo’nun kendi hayatı bütün filmin geri kalanı siyah beyazdır. Belki de hayatınız ne kadar kötü olursa olsun, başkasının gözünden dinleyince daha renkli gözükür. Ama siz yaşarken her şey siyah beyazdır.
Varda, Cleo karakteri üzerinden ölümün işlevselliğini anlatmıştır diyebiliriz. Filmin gerçek zamanlı aktığı hissi veren kurgusu, ölüm olgusunu tam bir sinema cevheri gibi kullanan hikayesi ve detaylı oyunculuk yönetimiyle yeri çok ayrıdır.”Birinin ölümü düşünmeye hazırlıksız olmasının felaket olduğu görüşünü taşıyor.” Varda.
Cléo için bundan sonra zaman düşündüğü gibi akmamaya başlar. Bekler, hatırlar, bağırır, sinirlenir, koşar.. O âna dek belki de hiç düşünmediği bir geleceğin karara bağlanacağı endişesiyle birçok duyguyu iki saate sığdırır. Girdiği dükkândaki şapkaların hepsi birbirinden güzel gelir Cléo’ya, her birine sahip olmak, hiçbirini kaçırmamak ister. Kedisinin tüylerini okşarken bir başka mutlu olur. Sokağa çıktığında ise her şey yük gibi gelmeye başlar; zamanın akışından korkar. Zaman sadece Cléo’nun zamanı da değildir üstelik, onun yanından geçip gidenlerin de hikâyesidir bu.
Çünkü zaman, içinden geçen herkese aittir.
İki saatlik hikâye aynı zamanda Cléo’nin büyümek zorunda oluşunun hikâyesidir. Ölüme dair bu farkındalık onun tüm vurdumduymazlığını kırmıştır. Büyümeye direnen, şimdiki zamanın içinde kalmak isteyen, gelecek kartını çekmeyi Cléo değişmek zorunda kalmıştır.