Herhangi bir Tarkovsky filmi hakkında ve hatta Zerkalo hakkında konuşmak zor bir iştir. Maddi bir konseptten uzaklaşan, çok daha belirsiz anıları uyandıran ve şiir fısıldayan bir filmdir Zerkalo.

Tarkovsky sinemasında, estetik ve söylem arasındaki denge mutlaktır. Filmi izlemek yerine adeta onun içinde yaşarsınız. Geçmişin, sessiz bir tablosudur Zerkalo. 1 saat 47 dakikalık süresiyle yönetmen, görsel anlatımdaki gücünü bu filmle çok yüksek seviyelere çıkarır. Biraz okuyan, merak eden herkesi derin sulara iter ama boğulmasına izin vermez.

Sinema ve şiir, yaşananları, hiç yaşanamayacakları, sonsuzluğu ve aşkı anlatır. Bir filmin bir olayı aktarması çok zor değildir. Zor olan çekilen acıları, hissedilen ama dile gelmeyen duyguları aktarabilmektir. Soyut kavramlar, sadece hikâyenin aktarılması ile hissettirilebilecek şeyler olmadığı için, sinemanın büyük yönetmenleri bu duyguları aktarabildikleri ve bu yönde seyirci ile bağ kurabildikleri için büyük yönetmendirler.

Tarkovsky “Mühürlenmiş Zaman” adlı kitabında bunu şöyle ifade eder: “Duygularımız sözcüklere bürünür, sözcüklerle acıyı,sevinci, iç dünyamızda olup bitenleri dile getiririz. Yani aslında dile getirilemez şeylerin hepsini sözcüklerle aktarmaya kalkarız.”

 

Film süresince yönetmen zaman dilimleri arasında, renkli ve siyah-beyaz film stokları arasında serbestçe dolaşır ve bu ilk karşılaşmada izleyici tarafında bir karışıklık yaratabilir. Bu karışıklık, Tarkovsky’nin oyuncu olan Margarita Terekhova’yı, hem annesini hem de eşini oynamasıyla ile daha da artar. İnsanı insan yapan tüm unsurların – anılar, rüyalar, umutlar, –bir bütünlük oluşturduğu filmde, Tarkovsky’nin babası olan ünlü Rus şair Arseni Tarkovsky’nin şiirleriyle, çekilen belgesel görüntüler, filmin bütünlüğüne önemli katkı sağlar. “Zerkalo” neredeyse bütünüyle Tarkovski’yi ve ailesini anlatır. Adeta nesiller arası diyalogtur.

Film süresince yüzünü göremediğimiz Aleksei’nin anıları ve pişmanlıkları, Tarkovsky’nin geçmişiyle büyük oranda örtüşür.  Aslında hasta yatağında acı çeken Aleksei; çocukluğu, İkinci Dünya Savaşı süresine denk gelmiş, savaş anıları ile babasının kendilerini terk etmesinin üst üste binmesinin acısını yaşamış Tarkovsky’dir. Üç kuşak anne, baba ve oğulun eylemlerini, görsel şiirleri, sesli şiirle birlikte göstererek, kendi içlerinde, belki de ruhsal olarak birbirleriyle nasıl bağlandıklarını gösterir.  Çocukluğunda anne sevgisinden mahrum büyümüş genç adamlar, hayatları boyunca karşı cinste annelerini aramaya mahkûmdur. Aleksei; babası tarafından terk edilmenin acısını yaşamıştır, fakat kendi çocuğuna karşı da ilgili davranamaz. Belki de herkes, er ya da geç en nefret ettiği kişiye dönüşür.

Film, kekeme bir gencin ilginç tedavi yöntemini görmemizle başlar.(prolog) Tarkovsky’ye göre özgürlük, insana verilen en önemli armağandır ve ondan eksik olmanın, pratikte yaşamda öleceğini varsayar. Hipnozun alışılmadık bir öneme sahip olduğu bu nokta, sadece bireyin kendisini “saydam” hale getirmesini engelleyen tüm sosyal bağları kestiği bir durum olarak değil, diğer yandan da izleyicinin filmin anlaşılmasını karakterize etmesi gereken bir durum olarak da görülmesidir.

Bir hayatı, hayat yapan nedir? Seni büyüten insanlar mı? Büyüdüğün ev mi? Sahip olduğun ilişkiler? Tanık olduğun ölümler? Okuduğun kitaplar? Duyduğun sözler?

Tarkovsky’nin bütün filmlerinde olan şey Ayna’da da baskın şekilde vardır. Yıkıntılar, harabeler, izbe, karanlık mekânlar Tarkovsky’nin vizöründen bizlere “güzel” gözükürler. Konuşmanın dışında da bir iletişim vardır; imgeler ile anlatmak. Bu şekilde gerçekleşen iletişim sınırları yıkar. Her şeyi anlama isteği, sanatsal olmaktan daha bilimseldir ve hem Tarkovsky hem de Zerkalo bundan uzaktır.  Doğayı gösterir bize yönetmen, doğal olandan kopuşun tehlikesine karşı uyarır izleyiciyi:

       “…Hiç, bitkilerin hissedebildiklerini, hatta algılayabildiklerini düşündünüz mü? Ağaçlar  hiçbirinin acelesi yok. Oysa biz etrafta koşturup, yaygara koparıyoruz ve sıradanlığımızı haykırıyoruz. Çünkü iç doğamıza güvenmiyoruz. Sürekli şüphe içindeyiz ve telaşlıyız. Durup düşünmeye zamanımız yok.”

Bu film bütün dünyada sanatçılara ilham olma niteliği göstermiş bir başyapıttır. Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Mayıs Sıkıntısı’ filminde bu sinema tavrının etkilerini hissetmek mümkündür.

Bitirirken Tarkovsky’nin babası Arseni Tarkovsky’nin filmde geçen şiirlerden birisiyle nokta koymak isterim:

“insanın bedeni tıpkı yalnızlık gibi.
kulakları ve gözleri kocaman bulutlar çizer.
artsız arasız ruhumuz ve derinin üstünde.
eldiven gibi giyilmiş yara yara üstüne,
engellerin arasından gökyüzüne yükselir.
buzdan iradenin ve
kuş kanatlarının üstünde
ve kendi ormanlarının
canlı hapishanesinde
parmaklarının arasından işitir
yedi denizin kükreyen ve
parıltılı boru sesini.
ruhumuz bedensiz
bir günahkar sanki
ve sanki cevapsız bir bilmece…
ne eylem, ne düşünce ve ne tek bir satır gelir
kimsenin raks etmediği o yerde
raks edip dönenden…
ve ben rüyamda
bana bir başka kılıkta
başka bir ruh gibi görünürüm.
inançsızlıktan umuda koşar,
ispirto üzerindeki alev gibi
gölgesini salmadan gezer yeryüzünde
ve yadigar olarak masada bırakır
leylak kokusunu…
…”