Serin bir sabah. Mesude (Gülçin Kültür Şahin) viyadüğün beton ayaklarının altında, sessizce ölür. Viyadüğün “filpâye benzeri beton ayaklarının sonu gelmez bir sıra halinde dizildiğini”[1] geriye çekilen kamera tüm görkemiyle sergilerken Zerrin Özer (Mesude adına) Ali Sadi’ye (Settar Tanrıöğen) seslenir: “Mezarıma gelip bakar mısın?”. Ölümün karanlığı çöker dizinin dördüncü bölümüne. Siyahtır yine ölümün rengi. Karanlığı duyumsatır yönetmen (Berkun Oya). Aydınlığa çıktığımızda Zerrin Özer “Başucuma aşkımızı yazar mısın?” diye sorar. Kesme. Bir belgesel başlar: Maurice Pialat’ın Bosphore(1964)adlı belgeselinden mezarlık imgeleri Mesude’nin ölümüne eklemlenir. Nasıl bir aydınlıksa artık! “Ben toprakta çürürken gençliğine yanar mısın?”. “Bahtiyar, sevinçli, mutlu” diyor sözlük Mesude için[2]. Phaidon da ölümü yaklaşan Sokrates’in çok mutlu olduğunu söyler. Phaidon gittiği yerde arkadaşının mutlu olacağını düşünür ve acı duymaz. (Platon, Phaidon, 2015). Mesude de “sen gençliğine yan, ben iyi olacağım” diyor. Belgesele dönelim.Yıpranmış, kimi kez yan yatmış Osmanlı mezar taşlarına Zerrin Özer’in sesi düştüğünde, sessizlik yok olur, tekinsizlik de. Sessizlik tekinsizliktir, ses ise yaşamdır. Bağlamından koparılan Pialat’nın imgeleri Zerrin Özer’in sesiyle bir kez daha ait olduğu dönemden uzaklaşır. Belgeselin imgeleri ifadelerini yitirir, böylece imge de ölür. İmgenin ölümüyle Amicis’in “filpâye ve kubbelerin sonu gelmez bir sıra halinde uzandığı, bir caminin ötekine karıştığı bir kent” diye tanımladığı İstanbul ölür. Seyahatnamesinde anlattığı “gölgelerin altında gezerken ölümü yeni bir biçimde endişeden uzak, huzurla telâkki ettiği mezarlıklar” da yok olur (Edmondo de Amicis, İstanbul, 1874, 1993). Dizinin pek çok bölümünde bolca yer alan gökdelenler başattır artık İstanbul’da. Görsel olarak viyadüğün beton, kalın ayaklarına çok benzer bu gökdelenler. O sonsuza dek uzanan beton ayaklar aslında devasa “mezar taşlarıdır”. Tıpkı gökdelenler gibi. Mesude boşuna seçmedi orada ölmeyi. Gitti “mezarlıkta” öldü. İşte dizinin temel eğretilemesi bu!
“Osmanlı öleni soyutlaştırır, serpuşuyla, sarığıyla, türbanıyla, mezar taşının ortasına ölenin kadın olduğunu, çocuk taşıdığını gösteren kabartmasıyla taşı resme dönüştürür, imgesiyle öleni giydirir” (Zeynep Sayın, Ölüm Terbiyesi, 2017). “Ahh Mesude gerçekten öldün sen”. İmgen de öldü çünkü. Tek gerçeğimiz olan dikey betonlar senin mezarın oldu. Bize de gençliğimize yanmak düştü. Pialat’nın gösterdiği mezar taşlarının kırık dökük de olsalar imgeleri vardı. İfade yok olunca ölüm geldi. “Ölüm bozulmadır, yanıt yokluğu’dur” demişti Levinas (Ölüm ve Zaman, 2014). Çevremizde ne varsa ŞEY’e indirgenmiş. Tümü de çok devasa ama imgesiz ve ifadesiz. Zaman için “akış”, “akım” gibi tanımlar getiriyorlar ya ölçülebilen zaman, işte o var sadece elimizde. Ahh Mesude! Ölümün bozulma olduğunu bildiğin için gittin bozulmanın göstergelerini buldun ve öldün. Sen öldün yönetmen bizi biraz karanlıkta tuttu. Sonra zaman için “süre” (durée) sözcüğünü seçenlerin mezar taşlarını Fransız yönetmenden alarak gösterdi bize. “Kökensel zaman süre adını taşır ki bu oluşumda her an bütün geçmişin yükünü taşır ve de geleceğe gebedir” (Levinas). Bu süre’nin ruhta bulunduğunu söyler Topçu (Nurettin Topçu, Bergson, 1968). Belgeselde dış ses şunları söyler: “Bu mezarlıkta pek çok farklı inanç var. Taşlar zamanla yeşilin içinde boğulmuş, kimisi doğada darmadağın olmuş, mezarların başlarındaki yazılar da yıpranmış”. Ama imgeler yine de varlıklarını sürdürüyorlar. Bir yere bir zamana ait onlar.
Beşinci bölüm başladığında kamerayla birlikle çukura gireriz. Mesude ile birlikte onu gömenleri yukarıdaki aralıktan seyrederiz. Giderek aralık toprakla kapanır. Böylece Malinowski’nin dediği gibi kutsal alanla dünyevi alan ayrılır. Biz kutsal alana giremeyiz. Orası din görevlilerin alanıdır (Bronislaw Malinowski, Büyü, Din, Bilim, 2014). Oysa eskiden ölenin sevdiklerinin ağlaşmalarını duyabilmeleri, dökülen gül suyunun ve dikilen çiçeklerin kokusunu alabilmeleri için toprakta bir boşluk bırakılırmış (Amicis, İstanbul 1874, 1993). Artık yeni İstanbul’da boşluk bırakmak olanaksız. Betonda boşluk açmak zor. O nedenle Mesude’nin üstünü güzelce kapatırlar.Törende görevli Yasin Suresi’nin ilk dokuz ayetini okur. Bu ayetler gaflete düşenler, yanlış yolda olanlar konusunda Muhammed’i uyarır. Dokuzuncu ayet: “Önlerinden bir set/engel ve arkalarından da bir set/engel çekerek, gerçekleri görmelerini engelleyeceğiz. Böylece de artık hiçbir şey fark etmeyecekler” (Gazi Özdemir, Kur’an, 2020). Ahh Mesude! Gaflet içinde olanlar fark etsinler diye beton direklerin arasında öldün. Mezar taşının imgesinden vazgeçtin. Ölürken nasıl da sorumluluk aldığını gösterdin. “Olayların gidişatından öldükten sonra da sorumluyuz, ölüm gücümüzü sınırlandırabilir ama sorumluluğumuzun sınırı yoktur öldükten sonra bile” (Levinas, Otherwise Than Being or Beyond Essence, 1997). Mesude karanlıkta yalnız kalır, onun için yapabileceğimiz bir şey yok. Mesude’nin içi rahat. Sorumluluğunun gereğini yerine getirdi. Bu konuda kuşkumuz yok. Ali Sadi ve kızı Hayrunnisa (Bige Önal) için yas dönemi başlar. Bölümün sonunda Ali Sadi hüngür hüngür ağlar ve “Mesude nereye gittin?” diye haykırır.
Oysa Mesude’nin “gideceğini” biz biliyorduk. Üçüncü bölümde bir dua toplantısı vardı. Hanımlardan biri (bu hanım hoca olmalı) Yasin okudu, diğerleri onu dinledi. Tam sekizinci ayette Hayrunnisa annesini aradı, hoca hanım ne yaptı ne etti sekizinci ayeti bitirdi. “Sen hiç merak etme. Çünkü Biz, bu iman etmemekte kendi istekleri ile direnenlerin boyunlarına, çenelerine kadar uzanan demir halkalar takacağız da, bu yüzden kafalarını dik tutsunlar ve hiçbir tarafa çeviremesinler” (Gazi Özdemir, Kur’an, 2020). Mesude gözleri iyi göremese de telefonu kapatmayı başardı. Telefonun sesi kesilince hoca hanım dokuzuncu ayeti okudu. Tıpkı Mesude’nin cenaze törenindeki gibi. Kesme. Mesude sokakta, zorlukla yürür, nefes alamaz. Durmak zorunda kalır. Kesme.
Mahallenin kahvesi. Hilmi (Gökhan Yıkılkan) iki arkadaşıyla masada oturur. “Takdir-i ilahi der”. Bundan daha açık erken anlatım hiç görülmemiştir. Dizinin temel eğretilemesi için bir hazırlıktır bu. Kuşkusuz Mesude’nin nerede öleceğini bilemeyiz. Biraz beklememiz gerekir o anlamlı ve eğretilemeye dönüşecek ölümün gerçekleşmesi için.
Cenazede sormadılar: Biz soralım:
-“Mesude’yi nasıl bilirsiniz?” -“İyi biliriz”.
[1] Bu cümle Amicis’in İstanbul 1984 adlı eserindeki bir cümleden esinlenilerek kurulmuştur. Yazarın kendi cümlesi metinde az sonra yer alacaktır.“Filpâye” kubbe ve kemerleri taşıyan taş ya da tuğladan yapılmış kalın ayak.
[2]Yedinci bölümde Ali Sadi eşini rüyasında görür. Mesude çok mutludur. Rüyada durmaksızın güler. Yaşarken Engin Günaydın’a güldüğü gibi. Ali Sadi de ona katılır. Böylece yas biter. Herkes kendi yaşamını kurar.