Deborah Feldman’ın 2012 yılında yayımladığı kendi anılarını anlattığı ‘‘Unorthodox: The Scandalous Rejection of My Hasidic Roots’’ isimli kitabından uyarlanmıştır. Bu 4 bölümlük mini dizi; Amerika’da ultra-Ortodoks olarak da bilinen Yahudi mezhebine sahip bir cemiyette doğan ve orada büyüyen 19 yaşındaki Esty’nin dünyanın gerçekleriyle tanışmasını anlatıyor. Doğduğu andan beri dogmalarla iç içe büyüyen Esty , çoğu Ortadoğu topraklarında büyümüş kızlar gibi evliliği kaçış yolu sanıyor. Evlendiğinde belki işler değişir ve mutlu olurum olarak düşünüyor lakin böyle olmuyor. Tutkusu olan müzikle kadın olarak uğraşması yasak olduğu için uzak kalıyor, bütün gün yemek yapıyor.
Dizide “Karı-koca arasındaki cinsel ilişki kutsaldır” , “Aile her şeydir” , “Öyle bir olmalısın ki… kocan yatakta kendini kral gibi hissetmeli” gibi cinselliğin ve çocuk doğurmanın kutsallaştırıldığı, kadının bir işlevinin erkekleri tatmin etmesi gerektiği gibi baskıların fazla olması nedeniyle bilinç dışı bir akışla Esty’nin vajinusmus yaşadığını görüyoruz ve bu durumdan dolayı tabiri caizse defolu ürün olarak görülüyor. Esty, Yanky’e “Bütün ailen bizime birlikte yatakta” diyerek üzerinde hissettiği baskıyı ve kaygıyı oldukça açık bir şekilde ifade ediyor. En sonunda Berlin’e kaçıyor ve gerçek dünyayla tanışıyor. Berlin’e kaçmasıyla birlikte büyük bir kültür şoku yaşıyor. Öğrendiği her şeyi sorgulamaya ve hatta bunu yaparken ona toplumu tarafından dayatılanları ezmeye başlıyor. Böylesi büyük ve karma bir şehirde müzik öğrencilerinin yanında kendine bir yer edinen Esty, kırılmayan bir tabunun kalmadığı bu dünyada oldukça şaşkın bir durumda kalıyor.
Minik bir dizi olmasına rağmen beni çok etkiledi. Çünkü dizide anlatılanlar, yaşananlar belki çok uç noktalar ama benzerlerini şahsım adına gördüm ve tanıklık ettim. Toplum olarak çoğuna aşinayız aslında. Kadınlar hayatları boyunca aile baskısından kurtulmak için evlenmeyi bekliyorlar hala ülkemizde. Her yerde evliliğin çok kutsal müessese olduğu anlatılıyor. Bir kadın 30 yaşına gelmiş ve evlenmemişse evde kalmış , ahlaksız gibi yaftalarla nitelendiriliyor. Evlenmeli eşine hizmet etmeli ve bolca çocuk doğurmalı. Eğitim dahi almamalı ki eşinden başka gidecek yeri olmasın. Dizide de Esty aynısını yaşıyor. Berlin’e gitmesine rağmen peşini bırakmıyorlar ve bulduklarında da özgüvenini düşürüyorlar. Eğitimin yok, kimsen yok, hiçbir şey yapamazsın. Hiçbir şey yapamadığında da kendini öldüreceksin. Kocan yoksa sen de yoksun.
Kocası Yanky de izlenimlerim kadarıyla iyi birisi. Ama o da yıllarca o topluma maruz kalmış. O dogmalarla büyümüş. Değişmesi onun için hiç kolay değil. Özellikle de değişimin sana eskisi gibi sırf erkek olduğun için ayrıcalıklı davranılmasını bıraktırdığında.
Unorthodox, içlerine dâhil olmanın zor olduğu, gelenek görenekleriyle kendini dünyanın geri kalanından ayıran bir topluluğa dair ilginç bir portre çıkarıyor. Her ne kadar Esty’nin kaçış öyküsü son derece nahif bir biçimde işleniyor ve bilhassa Berlin’de çaldığı her kapının kendisine kucak açtığı “masalsı” bir atmosfere sırtını yaslıyor olsa da, dizinin Esty’nin yaşadığı katı gerçeklikten sağdığı duygunun çok güçlü olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bilhassa Esty ve aslında yaşadığı komünü aşan hayallere sahip olduğunu anladığımız eşi Yakov’un öyküsü incelikli bir anlatıyla izleyiciye sunuluyor. Yine Esty’nin, annesiyle yaşadığı yüzleşme de güçlü bir trajediye dönüşüyor. Dizi ayrıca, Berlin’e ve Almanya’ya dair de ilginç bir şehir hafızası sunuyor. Dizide Moishe Esty’e boş bir çocuk parkını gösterip, orada daha önce var olan binadan, bu binada yaşayan Yahudi aileden ve bu ailenin nasıl buradan çıkartılıp sokak başında öldürüldüğünden bahsediyor. Her sokağı bu gibi anılarla ve hayaletlerle dolu böyle bir şehirde nasıl yaşayacağına dair Esty’e hesap soruyor. Dizi bu açıdan, birçok örneğini gördüğümüz Yahudi Soykırımı’na dair filmlerin pek sık girmediği bir alana adım atıyor ve soykırım sonrası travmanın Yahudi toplumu içerisinde ne gibi bir etki yarattığının izini sürüyor. Şehirlerin, binaların, sokakların sağ kalanlar ve torunları için farklı anlamları olduğunu vurguluyor.
“Yahudi soykırımında ölen atalarımız için doğururuz” gibi bir şey söylenmişti dizide, o da oldukça derin bir söz . O zamanlar yaşananların acısını hissettiriyor lakin bazı acıların unutulması gerekir. Aynı hataya kendin düşmemek için. Çünkü dizide Yahudiler hala Almanya’ ya düşman şekilde yetiştiriliyorlar. Nefret tohumları ise daha büyük nefretleri doğurur. İnsanın içindeki sevgiyi öldürür. Bu hayatta her şey için geçerlidir. Ne Yahudi’ye ne Hristiyan’a ne Alevi’ye ne Sünni’ye sırf olduğumuzdan farklı şeye inandıkları için , yahut geçmişte yaşanan şeylerden dolayı nefreti öğretmemeli , dünyanın değişmesi için çabalamayı öğretmeliyiz.