Dikkat! Bu yazı sürprizbozan içerir.
Filme (“Family Romance, LLC”, Werner Herzog, 2019) başlarken zihnimde tanıdık bir şarkı canlandı. ‘’Parayla saadet olmaz!’’ Acaba gerçekten olmaz mı yoksa tüm genellemeler gibi klişe bir söz mü? Sevgi satın alınabilir mi, mesela, filmde izleyeceğimiz üzere,‘’saadet’’ Japonya’da bir işe dönüştü. Aile Saadeti LTD. sayesinde düğünümüze arkadaş veya kutlamalarımıza davetli olarak insan kiralayabiliyoruz. Üstelik hizmetler bunlarla sınırlı değil, yelpaze oldukça geniş. Konusu gerçek hayattan alınan ve de baş rolünde şirketin kurucusunu izlediğimiz filmde, kiralık baba hizmeti bile veriliyor. Aslında günümüz tüketim dünyasında insanın da maddi değer haline gelmesine şaşırmamalı. Kapitalist düzenin mütemmim cüzü haline gelmiş bireyi tüketim nesnesine bağımlı haline getirme eylemine yeni bir boyut kazandırılmasıyla artık bireyler kiralanarak de tüketim nesnesi olabiliyor. Tıpkı bir materyalmişçesine.
Filmin içeriğine derinlemesine girmeden önce yönetmeninden bahsetmek istiyorum. Alman Yeni Dalga sinemasının öncü yönetmenlerinden Werner Herzog ile tanışmam onun yönetmen kimliğiyle değil yazar kimliğiyle olmuştu.
Buzda Yürüyüş kitabında çok değer verdiği Lotte Eisner’in hayatta kalması uğruna, mantığı rafa kaldırıp sırtına çantasını takarak Paris- Münih arasını yürüyerek içsel bir yolculuğa çıkan bu adamı tanıdığımda kendimden parçalar buldum, hatta kendimi buldum. Daha da tanımalıyım deyip yazarlığından yönetmenliğine doğru yola koyuldum. Başlangıç filmim ise Family Romance LLC.
Öncelikle, Aile Saadeti’nin türü girift bir yapıya sahip. Çünkü belgesel mi yoksa drama mı ayırt etmek zor. Öyle ki bazı profesyonel eleştirmenler bu filmin belgesel olduğunu düşünüyormuş. Gerçekten de Herzog’un kamerayı kullanış açısı, kullandığı teknikler ve de oyuncular sayesinde bir belgesi havası almamak elde değil. Ayrıca Herzog, halihazırda çektiği belgesellerle de sinema dünyasında dikkat çeken bir isim. Onun için kurmaca ve belgesel formları arasında bir fark yok.
Karakter şemamıza kiralık baba tutulan Mahiro ile başlayalım. Mahiro, çok küçük yaşlardan beri babasız büyüdüğü için yer yer onun eksikliğini hisseden ergen bir kız çocuğu. Netameli dünyanın henüz farkında değil, babası olarak tanıştığı kişinin aslında sahte olduğunun da. Saflığını en güzel ifade ettiği repliklerden biri de ‘’Yüzebiliyorum, ama kirli suda değil’’. Kiralık baba, Yuichi Ishii ise zaman zaman yaptığı meslekten, büründüğü kimlikten dolayı nedamet duysa da işinin hakkını veren bir adam. Fakat bu sefer işini icra ederken tökezleyeceğinin sinyallerini doğa verir. Bir diğer deyişle, Mahiro ile tanışmadan bir gün önce dolup taşan kiraz çiçeklerinin tanıştıkları gün yavaş yavaş dökülmeye başlaması bu deneyimin diğerleri gibi kolayca, iz bırakmadan bitip, sıradanlaşmayacağının sinyaliydi. Kısa sürede gelişen baba-kız ilişkisi Mahiro’nun annesinin de Ishii’ye karşı hislerinin gelişmesiyle bitmek zorunda kalır. Çünkü bu şirket, ‘’Aile Saadetinde, sevmeye ya da sevilmeye izin yoktur’’ cümlesini şiar edinmiştir ve karakterler arasında gelişen bu uyumlu aile yapısı bitmek zorundadır.
Ana konuyu oluşturan kiralık baba öyküsünün yanı sıra filmde insan kiralama hizmetinden yararlanılan diğer durumlar da mevcut. Beni en çok etkileyen kısım fenomen olmak için kendine paparazzi kiralayan kadındı. Sosyal medyada yarattığı sahte kendilik onu o kadar ele geçirmişti ki ‘’ben ne yapıyorum’’dan ziyade artık maskesinin esiri olmuş ve ona göre yaşayan bu kadın, Jung’un ‘’persona’’sına güzel bir örnek. Kendi içinde bir vatan bulamayıp dünyayla yüzleştiği anlarda ardına saklandığı maskesiyle nadan bir hayatı idame ettiren bir genç kadının hal ve hareketleri beni çok etkilemişti. Gerçek kendiliğinden kopup patolojik sahte kendiliğe yol alan bu kadın,belki de son derece tanıdık olduğu için bendeki etkisi bu kadar büyük oldu. Günümüzün olmazsa olmazı sosyal medya üzerinden kendi iç benliğine girmeden, deneyimlemeden başka insanların perspektifine göre yaşamak ya da onların düşünceleri üzerinden kendini tanımlamak o kadar yaygın bir davranış ki izlerken bu sekans fazlasıyla realistik geldi. Düşününce ne acı, bir bireyin diğerlerinin algılarını kendi gerçeği sanarak yaşaması…
Hamurunda bir tür gerçeklik, saflık bulunduran filmin kapanışında bir de yönetmen ile soru-cevap kısmı da var. Herzog, bu kısımda seyirciden şunu sorgulamasını istiyor. ‘’ Hayatımızın ne kadarı bir rol? Bunda ne kadar gerçeklik var ve bazen insanlığın hayatta kalması için bir iyilik unsuru olarak da ne kadar sahtelik gerekebiliyor?
O, bunların cevabını beklerken ben daha kendi sorumun cevabını düşünüyorum. Parayla saadet oldu mu? Rising action ve climax kısmında ‘’vay bee oluyormuş!’’ desem de falling action itibariyle canlanan umudum küle dönüştü… Olmazmış. Üstelik olmazların en kötü cinsi olan, hayal kırıklığı yaşatan, olur gibi olup olmayan cinsindenmiş diyelim. Bu yüzden film bitince kendimce yorumum ütopik bir distopya izlediğim oldu. Ütopik oluşu, insanın ihtiyacı olduğunda koşulsuz sevgiye ulaşabilme fırsatı doğması; distopik olansa bunun bir maddi karşılığının olması, bu hizmeti alanların da bunu görmezden gelerek hayatına devam ediyor olmasıydı. Yine de bunun, dilimizde karşılığı ‘’olmayan yer’’ olan ütopya kadar uzak olmadığının farkındayım. Bireyselleşme ve de bazı ülkelerde artan yaşlı nüfus ile birlikte doğan yalnızlık kavramıyla mücadele etmek için insan kiralama hizmetinin yaygınlaşıp hayatımızda yer edineceğini düşünüyorum. Yazı burada biterken sıradaki şarkı da MFÖ’den gelsin o halde. ‘’Yalnızlık ömür boyu’’…