Yağmur Kartal Karakuş’un Oyuncakçı – Saklı Yadigarlar filmini ele aldığımız Dünya Bu Filmi Konuşuyor projemizin üçüncü yazar konuğu Pakistan’dan Prof. Navid Shahzad.

Prof. Navid Shahzad Kimdir?

Akademisyen, Sinema – TV – Tiyatro oyuncu ve yönetmeni, Şair.
Aslan’s Roar: Turkish Television And The Rise Of The Muslim Hero -2019 (Aslan’ın Kükreyişi: Türk Televizyonu ve Müslüman Kahramanın Yükselişi) kitabının yazarı,
Beaconhouse National University, Lahore, Pakistan’da Gösteri Sanatları Bölümü’nde Seçkin Profesör
Lahore Gramer Okul Sistemi’nde Akademik Danışman,
Pakistan Hükümeti tarafından Gösteri Sanatları Onur Ödülü’ne layık görüldü.

İlk kareden son kareye kadar, “Oyuncakçı” bizi Anderson’ın peri masalı ‘Kurşun Asker’in ve Collodi’nin ‘Pinokyo’sunun Tinker Bell gibi perilerle çekişmesiyle meşgul olduğumuz, çocukluk anıları olarak geride bıraktığımızı düşündüğümüz dünyayı yeniden gözden geçirmeye çağırıyor: onları canlandıran kuklalara yıldız tozu serpiyor. Yıpranmış elleri ve tırnaklarıyla sarkastik mizahını genel olarak hayata dair takdire şayan sabrına dönüştüren, sonradan kunduracılığa geçen bir Osmanlı askerinin oğlu olan bisikletçi Sabahattin Parlar; bizi kendi hayatında bir yolculuğa çıkarıyor. Amatör güreşçi, denizci, çocuklarının zanaatını öğrenmeyi reddetmesini kabullenen şefkatli bir koca ve baba olan bu gümüş saçlı oyuncakçı; renkli elektrik tellerini kesip, şekillendirirken ve kalıplarken bizi atölyesine davet ediyor.

Filmin ana karakteri ve oyuncakçısı Sabahattin, her günkü tellerden küçük kuklalar yaratma tutkusunu anlatırken film; onun zarif işçiliğini yüceltmek için pöpüler olan konuşan kafa tekniğini kullanıyor. Ancak filmi benzersiz yapan şey; nazik bir sanat öğretmeninden bir elmayı renklendirmeyi öğrenen küçük bir çocuğun hikayesini anlatan canlı aksiyon, stop-motion animasyonu ve bilgisayar tarafından oluşturulan görüntülerin birleşimi. Film, çocukluk, fantezi, modern günlük yaşamın zorlukları ve hayatta kalma temalarını dolaylı olarak keşfettirmek ve görünenin ötesindeki anlamları iletmek için ‘buz dağı hikaye anlatımı’ tekniğini kullanıyor. İzleyiciye, şimdiki zamandaki zanaatkarın kendisi, günümüz teknolojisiyle görselleştirilerek anlatılmış bir geçmiş ve oyuncakçının yarattığı küçük kuklaların hayal dünyasından oluşan üç katmanlı bir görsel deneyim sunan film, çeşitli yorumlama katmanları barındırıyor.

Film temel olarak, Avşa adasından daha geniş bir kitleye ulaşan mütevazı bir oyuncakçının hikayesi olarak görülebilir. Ancak düşünüldüğünde, Yüce Olan’ı Oyuncakçı olarak konumlandıran bir mesel olarak görülme eğiliminde. Sabahattin’in küçük balık ve sebze satıcıları, mütevazi atölyesinde yontulmuş hurdacı ve denizci kuklaları, Allah’ın yarattıklarının küçük hayatları boyunca yaşamını sürdürdüğü gibi, bizim ilahi olarak yaratılmış dünyamızın bir yansıması olan küçük bir dünya yaratıyor.

Yapım düzeyinde, ‘Oyuncakçı’ olağanüstü duyusal bir film olduğu için, hayal gücüyle zenginleşen bir yaşamı yücelten methiyeden çok daha fazlası olarak görülebilir. Oyuncakçı atölyenin sınırlarının dışında bir gezintiye çıktığında, onun küçük yaratılarından biri olan renkli ve parlak hanımeli kokusu havaya yayılıyor. Atölyenin içinde içinde ise kesici ve tutkal kokusunun renkli cazibesi ve tatlı satıcılarının neredeyse duyulabilir bağırışlarıyla rekabet ettiği başka bir dünyaya giriyoruz. Bir dizi balıkçı teknesi ve denizci, bisiklet ve satıcı, gazete veya şeker satma işlerine giderken kaba ahşap masa üstünü kalabalıklaştırıyorlar.

İzleyiciyi yaşlanma, yoksulluk, umut ve hayatta kalma gibi evrensel temalar hakkında yorum yapmaya yönlendirmek için kullanılan seyrek monologların ötesini görmeye zorlayan, salt yüksek kültür ile el sanatlarının yeniden canlanmasının önemi arasındaki zihinsel bölünmeyi tartışmaya olanak vermesiyle bile zekice ve duyarlı bir şekilde yapılmış bir film. Dikkat çekebilecek tek kusur, filmin ilk yirmi dakika içinde geldiği noktayı 45 dakikaya yaymasından kaynaklanan uzunluğu. Bu uzunluğu kısaltan akıllıca bir kurgu da aynı amaca hizmet edebilirdi. Bazen “az daha fazladır” aksiyomu daha iyi çalışır.


From the first frame to the last, ‘The Toymaker’ invites us to re-examine a world we thought we had left behind as childhood memories of Anderson’s fairy tale ‘The Steadfast Tin Soldier’ and Collodi’s ‘Pinnochio’ jostle with a Tinker Bell – like fairy sprinkling stardust onto toys bringing them to life. From his work worn hands with their chipped finger nails, his impish humour to an admirable stoicism about life in general, the bicycle riding Sabahattin Parlar, son of an Ottoman army soldier later turned shoemaker; takes us on a journey which uses his own life as the landscape we travel through.

As Sabahattin, the Toymaker and central character of the film talks about his passion for creating tiny sculptures from something as every day as wires, the film uses the popular technique of talking heads to extol his exquisite craftsmanship. What makes the film’s unique however, is its combination of live action, stop frame animation and computer generated images to tell the story of a little boy who learned to colour an apple from a kindly art teacher. Obliquely exploring themes of childhood, fantasy, the travails of modern day living and survival; the film employs the ‘iceberg storytelling’ technique to convey meanings beyond the obvious. Engaging the viewer in a three tiered visual experience comprising of the craftsman himself in the present, a narrated past visualized through modern day technology and the fantasy world of the little sculptures that the Toymaker creates; the film offers several layers of interpretation.

On a simplistic level it may be seen just as a humble Toymaker’s story making its way from the island of Avşa to a wider audience but on reflection, it lends itself to being seen as a parable which positions the Almighty as the ultimate Toymaker. Just as Allah’s creations go about their little lives so do Sabahattin’s tiny vendors of fish and vegetable, the junk man and the sailor sculpted in his humble workshop create a microsm of a world mirroring our own divinely created one. On the production level, ‘The Toymaker’ can be seen as being much more than just a panegyric celebrating a life rich with imagination, as it is an extraordinarily sensory film. Honeysuckle bursting with colour wafts its scent in the air as one of the Toymaker’s little creations decides on a jaunt beyond the confines of the workshop. Within the workshop itself, we enter another world altogether where the snip of a cutter and the smell of glue compete with an almost audible shout from the sweet vendor with his colourful array of temptations while an array of fishing trawlers and bicycles, sailors and vendors crowd a rough wooden table top as they go about their daily business of selling newspapers or candy.

An intelligently and sensitively made film which challenges the viewer to ‘see’ beyond the sparse monologues that are used to comment on universal themes of ageing, poverty, hope and survival even as it debates the cerebral divide between high culture and the importance of a revival of crafts. The only flaw one can draw attention to is the film’s length as it stretches itself over 45 minutes laboring the point it made within the first twenty minutes. Clever editing curtailing the length would have served the purpose just as well. Sometimes the ‘less is more’ axiom works better.