Yazar: David A. Tizzard

Kaynak: https://www.koreatimes.co.kr/www/opinion/2024/08/715_378996.html

Birkaç gün önce öğrencilerime Park Chan-wook ile Bong Joon-ho arasındaki farkın, Park Chan-wook’un hikayelerini temalar ve sembolizm yoluyla anlatırken, Bong’un filmlerinin çok daha doğrudan olması ve olay örgüsünü aksiyon yoluyla ileriye taşımaya odaklanmış olması olduğunu söyledim. Her ne kadar merdivenlerde vb. işaretler ve semboller görmek istesek de sonuçta Bong hikayeleri olay örgüsüyle anlatıyor. Belirli karakterleri belirli bir duruma koyuyor ve sonra ne olacağını görüyor.

Ve bunu söyledikten sonra, bu yönetmenin heybeti karşısında sessiz kaldım. “Memories of Murder” filmini bir oda dolusu öğrenciyle defalarca izledim. Odanın etrafına dalgın dalgın göz gezdirdim; öndeki Müslüman öğrencilerin cinsel içerikli  sahneleri fazla mı bulduğunu, yoksa mavi saçlı Amerikalının uyanık mı kalacağını merak ediyordum. Bir katil çalıların arasından çıkıp bir kurbanı kaçırdığında Ganalı kadının yarı yolda çığlık atacağını ve yüksek sesle sandalyesinden düşeceğini tahmin etmemiştim ama bu odadaki gerilimi daha da artırdı. Birçoğu filmi sinir bozucu bulsa da hepsi filmi sevdi.

Bu arada, daha önce yokluğuna üzülsem de Bong’un filmlerindeki sembolizmini buldum: ‘uçurum’. Filmlerinde net bir şekilde duran koyu bir siyahlık. Işıktan yoksun bir alan. Hem psikolojik hem de fizikseldi. “Memories of Murder” filminde tren tüneli, “Mother” filminde ara sokak ve “Parazit” filminde bodrum. O karanlık, görmek istemediklerimizin ev sahibidir. Hem birey hem de tür olarak bizim gölgemizdir. Karanlık düşüncelerin süregeldiği yerdir; vahşi şeylerin olduğu yer. Canavarın uyuduğu yer orası. İzleyiciler olarak ve karakterlerin kendileri açısından dikkatli olmalıyız. Nietzsche’nin uyarısını dikkate almalıyız: Uçuruma bakarsanız uçurum da size bakar. Cinayeti yeterince uzun süre araştırırsan tadına varacaksın. Bong’un da bizden yapmamızı istediği şey bu. Bize doğamızın filmlerde ve edebiyatta genellikle bulunmayan siyah yönlerini gösteriyor ve sonra korkunç bir şey yapıyor. Hem iyi adamın hem de kötü adamın uçurumla bir bağlantısı olduğunu söylemekle kalmıyor, aynı zamanda biz izleyicilerin de bir şekilde onunla bağlantılı olduğunu söylüyor. Kendi gölgelerimiz üzerinde düşünmeliyiz. Kendi çocuklarımızı korumak için öldürür müyüz? Bir şüpheliyi tekrar öldürmelerini engellemek için öldürmek ister miyiz? Yemek için hırsızlık yapar mıydık?

Ekonominin Ötesinde

Bong Joon-ho’nun Koreli bir film yönetmeni olarak en iyi eseri, baskıcı bir gücün karşısına çıkan büyük ölçüde beceriksiz ve mazlum insanları konu alıyor. Ancak Bong’un karakterleri her zaman ekonomik, kültürel istismar sistemlerinin üstesinden gelemiyor; bunun yerine momentum ve olay örgüsü, gücün beceriksizliği tarafından yönlendirilir. Sistem her yerde mevcut olduğu kadar yanılabilir. Yetkililer evrakları kontrol edemiyor, zenginler saftır ve bilim insanları temel verileri anlamazlar. Neredeyse mükemmel bir Orwell eserinde yer alan güç tarafından esir tutulmak bir şeydir; geri kalmış bir grup insanın boyunduruğu altında olmak, başka bir şey.

Bong’un filmleri, yoksulları öldürterek, engellileri hapse attırarak, kadınlara tecavüz edip öldürerek bize toplumun ve insanın neler yapabileceğini gösteriyor. Doğru olanların çirkin sayacağı anlarda Bong, ya işlemedikleri suçlardan hüküm giymiş ya da etraflarındaki çevre tarafından öldürülmüş genç erkeklerin zihinsel hastalıklarına dikkat çekiyor Aklımıza gelebilecek en çaresiz varlıkları alıyor, onlara karşı belli bir sempati geliştirmemizi sağlıyor ve sonra onları son derece kolay (gösterişsiz) bir şekilde öldürüyor. “Dr. Slump” veya “Extraordinary Woo” gibi dizilerde gördüğümüz Kore’deki nörodiverjans (hiperaktivite, otizm gibi nörolojik hastalıklar) tasvirlerinin tam tersine, Bong’un filmlerinde iyi adamlar kazanmıyor. Masumlar acı çekiyor.

Ve Bong bunu yaptığında kamera biz izleyicinin üzerinde oluyor, sürekli sorular soruyor, izleyicinin içerisinde gizlenenleri araştırıyor. Bu konuda ne hissediyoruz? Gördüklerimiz yeterli mi?

Post-Modern Sinema

Romantik dünya görüşümüz bize zenginlerin yozlaşmış, bencil ve en nihayetinde kötü olduğunu söyler. Bu arada Bong’un filmlerinde yer alan yoksulların neredeyse hepsi Hıristiyan. Onlar dünyayı miras alacak olan uysal kişilerdir. Onlar adil ve erdemlidirler. Ancak bu görüş Bong’un çalışmasında yer almıyor. O yalnızca sınıf mücadelesinin altını çizmiyor ve sahip olanlar ile olmayanlar arasındaki basit ikilemi göstermiyor; bu farklılıkların yol açabileceği acımasız ve ahlaksız sonuçlara ışık tutuyor. Fakir olduğunuzda, çaresiz kaldığınızda sevdiklerinizin hayatını güvence altına almak için ne kadar ileri gideceksiniz? Yemek için ne yapacaksınız?

Bong, sinematografiyle ara sokaklarla, bodrumlarla ve merdivenlerle oynarken bu soruları ciddiye aldığınızda, kendinizi bir soruyla karşı karşıya buluyorsunuz: “İnsanlar zengin oldukları için mi iyidirler, yoksa iyi oldukları için mi zenginler?” Yoksullar açısından da tam tersi soru ortaya çıkıyor: “Kötü kararlar verdikleri için mi yoksullar, yoksa yoksul oldukları için mi kötü kararlar veriyorlar? Aç olduğumuzda ahlaka ne olur? Eğitim almadığımızda adalet duygumuz ne olur?

Temel sinema size neler olduğunu anlatır ve sonra ne hissetmeniz gerektiğini söyler yani, didaktiktir ve anlatılmak istenen açıkça görülmektedir. Hem mesaj hem de ahlak açısından doğrudan anlatılmak istenene yer verilmektedir. Böyle bir yapı basit düşünenleri memnun eder. Çünkü bu şekilde izleyicilerin düşünmesine gerek kalmıyor. İzleyiciye vereceği dersler bellidir. Toplumumuzdaki NPC (non-playable characters-oynanamayan karakterler) bu tür filmler için yaşarlar.

Bong ise tam tersine oyunu önünüzde oynamanızı istiyor. Sizi dünyanın aktif bir üyesi yapar. Bilin bakalım ekrandaki bu kişi katil mi değil mi? Söyle bana bu mutlu son mu, değil mi? Bundan sonra ne olacağını tahmin edin? Bütün bu sorular yönetmen tarafından cevapsız bırakılıyor ama aynı zamanda bize de yöneltiliyor. Bu soruları cevaplamamız gerekir ve cevabımız önemlidir. Neredeyse tüm filmlerinin gidişatını bu sorular belirliyor. Bu anlamda Bong’un filmi, Park Chan-wook’un ve Koreli çağdaşlarının çoğu gibi, ‘kendi maceranı seç’ romanına benziyor. İşte bu Post-modernizmdir ve seçilen tercih dışında başka bir cevap yoktur.

Türü Yok Etmek

Bong’un çalışmaları post-moderndir çünkü yapıbozuma (deconstruct) uğratırlar. O, yirminci yüzyılın ikinci yarısında batıda yaratılan türleri ve kinayeleri alıp onları Kore toplumunun karmaşık gri gerçekliğine ekliyor. Seul’de “Titanic”, “Avengers” veya “Beverly Hills Cop” gösterime sunsak ne olur? İşte bu noktada işler karışır ve var olan gelenek bozularak olağan senaryolar tersine döner. İyiler artık kazanmaz. Batı’nın ahlakı, aileleri bölen Soğuk Savaş dinamiği nedeniyle altüst oldu. Canavar yalnızca on dakika sonra tam görüş alanında belirir.

Bir aile ikiye bölündüğünde kim iyi, kim kötü? Bong bunu bir çok kişiden daha iyi bilir çünkü onun büyükbabası Park Tae-won Kore Savaşı’nın ardından Pyeongyang Edebiyat Üniversitesi’nde bir işe başlamak üzere Kuzey Kore’ye taşınmıştır. Lisedeki işlerinden birinin zengin bir ailenin evinde ders vermek olduğunu ve bu işi o zamanlar orada ders veren kız arkadaşı tarafından davet edilerek elde etmesi, eserinin otobiyografik doğasını daha da belirginleşmektedir.

Christopher Nolan gibi yönetmenleri bol bol övüyoruz çünkü görünüşe bakılırsa siyah deri giymiş bir “Batman” ile sık sık sırıtan jambon yiyen bir “Joker” karakterlerini karşı karşıya getirerek bize doğamızın karanlık bir yönünü göstermişler. “Zodiac”, birçok kişi tarafından, sonuçlardan kaçınma cesareti nedeniyle inanılmaz bir sinema filmi olarak görülüyor. Yine de Bong, Park ve Kore’deki diğerleri bunu onlarca yıldır yapıyorlar. Modernliğin ve ışığın dışında, düzenli sabah egzersizleri ve vatansever şarkılarla simgelenen bir diktatörlükte büyüdüler. Uçurumun gerçekte nasıl olduğunu biliyorlar çünkü orada yaşamışlar. Nihayet özgür ve açık bir demokrasiye kavuştuklarında, bir zamanlar kendilerinden mahrum bırakılan her şeyi keşfetme cesaretine sahip oldular. Mizah size yasaklandığında acıyı keşfedeceksiniz. Eğlence elinden alınınca, öfke içinde bir yuva bulursun.

Doğrusu Bong’un filmlerinde yaptığı şeylere inanamıyorum. Evet, o ve pek çok kişi bunu görmezden gelecektir, ancak Down sendromlu masum bir insanı işlemediği bir suçtan dolayı hapse attırdığında veya bir annenin Tanrı’ya yalan söylemeye istekli olduğunu gösterdiğinde, cesaretinden dolayı kendisine teşekkür ediyorum. Bana var olduğunu düşünmediğim sorular soruyor. Daha da önemlisi bana şunu sordu: “Cevapların ne olduğunu düşünüyorsun?”

Joon-ho, hala cevaplar üzerinde çalışıyorum. Umarım yakında sizin için hazır olurum.

David A. Tizzard’ın “Kore Çalışmaları” alanında doktorası bulunmaktadır. David, ‘Seul Kadın Üniversitesi’ ve ‘Hanyang Üniversitesi’ bünyesinde ders vermektedir. Yaklaşık yirmi yıldır Kore’de yaşayan bir sosyo-kültürel yorumcu ve müzisyendir. Aynı zamanda çevrimiçi olarak bulunabilen “Korea Deconstructed” podcast programının da sunucusudur. Kendisine datizzard@swu.ac.kr adresinden ulaşılabilir.