Korku,insanın zarara uğrama, yok edilme endişesinden kaynaklanır.Bu duygu, bir tehlike tehdidiyle ve tehlikenin nasıl tanımlandığıyla ilgilidir.Kişinin, fiziksel, ruhsal bütünlüğüne zarar geleceğine yönelik bir algısı vardır. Sartre, korkuyu insan varoluşunu betimleyen bir duygu olarak kabul eder, “olasılığın baş döndürücülüğü” kavramını kullanarak, olasılığın kendisinin korkutucu olduğunu söyler.[1]İnsan seçim yapma özgürlüğüne sahiptir ve bu sorumlulukla yüzyüze geldiği zaman korku oluşur. Freud ise, insanın ilk yıllarında dünya karşısındaki acizliği sonucu oluşan çaresizliğin sonraki yıllarda korku duygusu oluşturduğunu söylemiştir.Korku Sartre için geleceğe yönelik bir duygu iken, Freud için geçmişin travması ve matemidir.[2]Ben iki düşünüre de hak vererek, korkunun, geçmişten gelenlerin yükü altında geleceğe karşı savunma biçimimiz olduğunu düşünmekteyim.İnsanın atalarından taşıyarak bügüne getirdiği, bu temel duygu, beyazperdede ilk andan itibaren keşfedilecek ve her nesli heyecanlandıracaktır.Sinema tarihinin ilk gösterimi olan, Lumiere kardeşlerin, L’arrivée d’un train en gare de La Ciotat(Trenin Gara Girişi ), seyirciler arasında korku, terör ve paniğe neden olması sebebiyle aynı zamanda ilk korku filmi kabul edilir.
Sinema kuramcıları, korku filmlerine duyulan ilgiyi katharsis kavramıyla açıklar:Olan bitenin sadece bir film olduğunun bilincinde olan seyirci, korkularıyla yüzleşme sağlar, tüm kasları gerilir, kaygılanır, kalbi hızla çarpar, göz bebekleri büyür. Film bitip ışıklar yandığında, içinde bastırdığı korku, kaygı, öfke ve saldırganlık duygularını dışa vurmuş olan izleyici, bu kirli hislerinden arınmış olmanın verdiği rahatlama ile salonu terk eder. Katharsis yaklaşımı, basit bir neden-sonuç ilişkisi kurması ve korkuyu işlevselleştirmesiyle ikna edicidir.
Korku Türü ve İdeoloji
Katharsis yaklaşımının kolaycılığından sıyrılıp daha derin bir analize giriştiğimizde korku sinemasının çok derin ve geniş anlamlar barındırdığını görürüz. Her film anlamları aktaran bir metin olarak okunmalıdır.[3]Üretilen her metin ve herbiri bir metin olarak düşünülebilecek filmler ideolojik sistemin parçasıdır.Metin, dil ve ideoloji tarafından kuşatılmıştır.[4]Bilinçli ya da bilinçsiz, fimlerin büyük çoğunluğu onları üreten ideolojinin aktarıcılarıdır. Kanaatleri işleyip yorumlarken aslında kanaat yaratır ve üretir.Bu yönüyle her filmin politik olduğunu söyleyebiliriz.[5] Modernizmle birlikte, egemen ideoloji, eski çağlardaki gibi zorbalıkla değil, rıza kazanarak kişileri ikna etmek ve kendisi gibi düşünen bireylerle homojen bir toplum oluşturarak sistemi yürütmek zorunda kalmıştır.Kitle iletişim araçları, ideolojinin yeniden üretilip pekiştirilmesi ve toplum tarafından benimsenmesi için söylemler üretir. Sinema, temsiller oluşturma ve söylem üretme olanağıyla egemen ideolojinin üretilmesinde bulunmaz hint kumaşı olmuştur.[6]Görüntülü anlatım tekniğine dayanan temsil oluşturabilme kapasitesi, toplumun yapısı ve biçimini şekillendirmede sinemaya diğer metinlere göre daha fazla avantaj sağlar.Sinema, teknik ve estetik özelliklerini sistem tasdikçisi ve savaşçısı bireylerin oluşturduğu kitleler kurmada ustalıkla kullanır.Temsiller ile, toplumsal hayatın söylemlerini şifreleyerek sinemasal anlatılar biçiminde izleyiciye tekrar aktarır.Bu şekilde sinema, varolan düzeni onaylar ve pekiştirir. Kısaca, sinema manipule eder.
Egemen sınıfın elinde bulunan ekonomik ayrıcalıklarla şekillenen Holywood sineması, kitlelerin korku/gerilim ve fantastik türe olan zaafının farkındadır. Korku türünün bu noktada ayrı bir yeri vardır.Biraz önce bahsettiğimiz gibi korku, evrensel ve kadim bir duygu olarak geçmişten, çok ama çok gerilerden gelir ve geleceğe uzanır.Bu duygu, kolektif bilinçaltında yer etmiş mitlerle yüklüdür.Kişinin var oluşuna ve en temel iki insani koşula,- yaşam ve ölüm içgüdüsüne- dokunur.Geleneksel olanı haklı çıkarma ve anlaşılır kılma uğraşı içinde olan mitler ve korku sineması ortak bir misyon yüklenmiş gibidir. Sinemada korku; bir türün ötesinde, kitle kültürü inşa etmektedir.[7]Bu kadar geçmişle bağlantılı olması, tüm kurguyu mitlerin yeniden üretimi ve aktarımına dayandırması, korku sinemasını en muhafazakar tür haline getirir.En derindeki thatanos (ölüm/saldırganlık) ve eros (hayat / cinsellik) içgüdülerini kaşıyan bir sahne ile karşılaştığımızda, bastırdığımız, tiksindiğimiz, kaçtığımız duygular, düşünceler gözümüzün önünde beliriverir.Tiksindirici görüntüler, pornografik bir şiddet, çocukluk kabuslarının şeytanlı, cadılı tüm unsurları psişenin içindeki korkuyu gün yüzüne çıkartır. Korku ve tiksinme duyguları aynı anda hem kaçma, hem bakma isteği uyandırır. Parmaklarınızın arasından ekrana baktığınız sahneleri anımsayın…İğrenç bulduğumuz şey, midemizi bulandırsa bile tekrar bakma isteği uyandırır, korkudan kalbimiz çıksa bile korktuğumuz şeye ikinci bir bakış atmak isteriz.[8]Korku duygusu, üzerimizde etki sahibidir ve bu yönüyle bizi kendine çeker.Kadın cinselliğini istismar eden Alien, Oidipal suçluluğu hatırlatan Norman Bates (nam-ı diğer Sapık), bastırılmış şiddeti uyaran Dr. Jekyll and Mr Hyde gündelik hayatın içinde unuttuğumuz tekinsiz hislerin varlığını hatırlatarak bizi cezbeder. Korkunun tesiri altındaki kitleler, her türlü propagandaya açık hale gelirler. Korku türü, doğrudan gölgedeki duygulara, karanlıkta kalmış fantazilere hitap ettiğinden kitleleri diğer türlere göre daha kolay manipule der. Temel kültürel tabuları hedef alan korku sineması, kültürel meşruiyeti de sağlar [9]
Şiddet neden insanı çeker?
Şiddetin psikopolitiğini anlamak; onun ideolojiyle ilişkisini kavrayabilmek ve filmler üzerinde politik bir okuma geliştirebilmek açısından önemlidir. Şiddetin tarihi çok eskilere gider. Modernizm öncesinde yasalara karşı gelmek doğrudan hükümdara karşı gelmekle bir sayılırdı ve suçlu halkın gözü önünde çeşitli işkencelerle cezalandırılırdı. İktidar, kudretini doğrudan suçlunun bedeni üzerinde gösterir, kanlı ve acılı infazlar, hükümdarın gücünü halka ispat etmek adına bir gösteri haline dönüştürülürdü. Şiddet ile iktidar kurulmakta, hükümdar adına gözdağı verilmekteydi. Şölensel cezalandırma ritüellerindeki acı çeken bedenler, “kültürel yazıtlardı.”[10]O günlerde işkenceleri ya da giyotinle kesilen kafaları seyretmek için meydanlara toplanan ahali ile bugün beyaz perdedeki şiddeti izlemek üzere salonlara doluşan kitleler arasında bir bağ vardır. Kurban bedenlere fantazi sınırlarını zorlayacak derecede şiddetin uygulandığı, kurbanın çektiği acının her detayına kadar ince ince işlendiği, kanın ve vahşetin yakın plan çekimlerle gözümüze gözümüze sokulduğu sahneleri, o parçalanmış bedenleri görme isteği geçmişten bugüne tevarüs etmiştir.[11]
Korku ve fantastik/gerilim türünün düşük gelirli, düşük eğitimli alt ve orta sınıflarda ve taşrada daha çok talep gördüğü yönünde çok sayıda veri vardır.[12] Korku filmlerinin her dönem garantili yüksek gişe hasılatları vardır. Blair Witch Project (Blair Cadısı), Alien (Yaratık, 1979) gibi uzun dönem serilerin varlığı türün verimliliği için birer göstergedir. Scream (Çığlık, 1981) ile Scream IV (Çığlık 4, 2011) arasında geçen 30 yıllık zaman içinde, teknoloji yenilense bile konu hep aynıdır. Çekilen ilk üç boyutlu film House of Wax (Mumya Evi) bir korku filmidir.Şiddeti daha çok gözler önüne seren 3D teknolojisinin bu türdeki devamı hızla gelir. (My Bloody Valentine, 2009; Saw 3d, 2010;Final Destination 4, 2009;Scar, 2007; Piranha 3-D, 2010).Teknolojik olarak yenilense bile türün başlangıcından beri devam eden kriz yarat/yatıştır stratejisi bir yandan izleyiciye yıkım fantazisinin keyfini çıkarttırır. Diğer yandan ise, salonun dışında varolan gerçek dünyaya ve onun düzenini temsil eden kurum ve yapılara olan güveni pekiştirir.
Mitler ve Ötekiler
Medeniyetin insanlığa sağladığı konforun ve güvenliğin bedeli yasaklar, kısıtlamalar ve baskılanan içgüdülerdir. Korku türü, baskıladığımız tüm fantaziler ve korku nesneleriyle bizi yüzleştirir. Beyaz perdede karşılaştığımız insan eti yiyen zombiler, bebek kaçıran cadılar, masum kız çocuklarının içine giren şeytanlar gibi dramatize edilmiş karakterler, medeniyet içinde bastırılmış ya da dışa atılmış “ötekiler”dir. Toplumların belleğinde bastırılanların kaçınılmaz geri dönüşünü görürüz burada. “Öteki”, “ben”den ve “kültür”den dışlanmış olan, bastırılan, nefret edilen, tiksinilen, ürkütücü ve vahşi olandır.Düzenden sapmış olan “ötekiler”, kötülüklerini bulaştırmak üzere dışarıdan toplumun içine sızmaya çalışırlar. Farklı kültürler, etnik gruplar, eşcinseller, alternatif ideolojiler, üreme dışı cinsellik ve özellikle kadın cinselliğini temsil eden metaforik karakterler, korku filmlerinin popüler öteki/kötü temsilleridir. Saf ve son derece “sıradan” orta sınıf bir ailenin huzurlu gündelik hayatıyla başlayan açılış sekanslarının ardından beliriveren manyak katiller, eşcinsel sapıklar, şeytanla işbirliği yapan cadılar ya da tuhaf yaratıklar, normalliğe yapılan saldırıyı temsil eder. Öteki temsilleri çoğunlukla dışarıdan gelirler ve toplumun temel birimi olan çekirdek ailenin bütünlüğünü bozmak üzere harekete geçerler.[13]Felaket filmlerinde huzurlu kasabaya dışarıdan gelen bir hortum, bazen de okyanusun uzaklarından gelen canavar bir köpek balığı saldırır.Seksenli yılların başında oldukça popüler olan teenslasher filmlerde katil genelde farklı giyinerek ya da maske takarak öteki haline gelir, toplumdan izole olur.Dışarıdan gelen katilin ilk hedefi geleneksel normların dışında davranan “aşırı” özgürlükçü gençler özellikle genç kızlardır. Bağımsız, seks ve eğlence düşkünü, dekolte giyinen, “rahat” ve “hafif” kadınlar genelde ilk kurbanlar olarak seçilir.Ölüm sıralamasında sona kalan esas kız ise, baştan çıkarıcı görünmeyen, ailesine düşkün, bakire ve itaatkar bir karakter olarak temsil edilir.(Kızın eğer şansı varsa, kendisi de katille mücadele etmesine rağmen, son anda bir erkek kahraman tarafından kurtarılacaktır). Böylece sistemden sapmanın, geleneğin dışına çıkmanın sonuçları seyircilere gösterilmiş olur.Kurallara uymayanları kötü son bekler.Ötekiler, yani farklı olanlar ise zaten kötüdür.
Muhafazakar korku filmlerinde, dışarısı( yuvadan uzaklaşmak)tehlikelerle doludur ve kötülük şeytani olan dışarıdan gelmektedir. Kötülüklerden korunmanın yolu, düzenin muhafazakar kodlarını benimsemek olarak gösterilir. Konformist orta sınıflar, düzenli ve güvenli hayatlarını tehdit eden her şeyi “öteki” olarak itelemeye ve denetlemeye ikna edilir. Oysa şiddet her yerdedir ve bu filmlerde şiddetin kendisi neredeyse hiç sorunsallaştırılmaz.
Korku filmleri toplumun kaygılarının arttığı kriz dönemlerinde tam da bu kaygılara dokunarak etkililiğini sağlar.Toplumun hassas noktaları, bebekler, çocuklar ve aile sıklıkla ön plana çıkar. “Ailenin reisine”çoluğuna çocuğuna, evine sahip çık yoksa elden gidecek mesajı verilirken, kadınlara ve gençlere de, “babanın yasasından çıkarsa” neler olacağı gösterilmektedir. “Babanın sözünü dinle, yuvana bağlı ol, sınırlardan dışarı çıkma” olarak okuyabileceğimiz bu kodlar muhafazakar ideolojiyi savunur.Korku filmlerindeki temsiller üzerinden seyirci bu kodları içselleştirir, kabul eder ve onaylar hale gelir.
Filmler ve Bağlamı
Batı’nın uzun bir aydınlanma tarihi ve yerleşik bir sekülerlik bilinci olsa bile, skolastik dönemin hikaye ve efsaneleri ve antik çağın mitleri halen varlığını korumaktadır. Mitler, geçmişten taşınan değerleri, kültürü ve geçmişin olayları yorumlama şeklini güncele taşıyan, bugünkü toplumsal yaşamın yapılanmasına etki eden söylenceler bütünüdür.Mitler, tarihten gelen din anlayışı ve mitolojik kavrayış biçimleri üzerine kuruludur ve bu yönüyle muhafazakarlığın ve geleneğin besleyici mekanizmalarıdır. Batı’da yüzyıllar boyu hüküm süren ve insanların yaşam biçimlerini bile belirleyen kilise; öbür dünya, cehennem, şeytan gibi korku nesneleriyle insanları baskı altına alarak iktidarını kurmuştur. Günahkarları bekleyen veba salgınları, vampir saldırıları, cadıların eline geçen ruhlar, açlık ve sefaletle ilgili öyküler nesilden nesile aktarılarak bugüne kadar gelmiştir.[14]Mitolojik ve dinsellik ekseninde yükselen etik değerler, adalet kavrayışı ve kaderci dünya görüşü; cadılar, doğa üstü varlıklar, ruhlar ya da geri gelen ölülerin bünyesinde tezahür eder. Kadere değil de özgür seçimlerine inanan, seküler ve modern insanlara dinden ve Hıristiyanlığın normlarından uzaklaştıklarında başlarına neler gelebileceğini hatırlatır. Günümüzde en büyük mit aktarıcısı beyazperdedir, pek çok mitik söylem orada somut bir şekilde karşımıza çıkar.Mitler, artık topluma sopasını sallayamayan, meydanlarda işkence törenleri yapamayan iktidarlar için kitleleri denetlemeye yarayan yeni araçlar olmuşlardır. Bu yüzden korku sinemasının ilk örnekleri; ölümsüz mitosları miras alan gotik edebiyatın ucubeleriyle şenlenmiştir.[15]
Politik ve ekonomik kriz dönemleri ve bu dönemlerdeki toplum psikolojisi, türlerde ve akımlarda kendini gösterir.Korku türünün gelişim ve sıçrama yaptığı dönemlerin sosyopolitiğine baktığımızda, yaşanılanların anlamlandırılması ve kavranmasının güç olduğu kriz dönemlerine tekabül ettiğini görürüz. Edebiyattaki korku türü (Daha sonra Gotik Edebiyat’dan korku filmlerine de bol bol malzeme çıkacaktır), sanayi devrimi sonrasındaki karanlık günlere rastlar. Hastalık, yoksulluk ve uzun çalışma saatlerine mündemiç sanayi devrimi, vaatlerini gerçekleştirememiştir. Tam da o günlerde doğan gotik edebiyat, beklenen güzel günleri göremeyen toplumu, geçmişin mitlerine sığınmaya davet eder. Doctor Frankenstein, Count Dracula, Dr. Jekyll & Mr. Hydegibi efsanevi karakterler, kitlelerin anlam veremedikleri irrasyonel dünyaya, mantıklı açıklamalar yapmak üzere ortaya çıkarlar. Büyük dönüşümlerin yaşandığı tarihsel dönemeçlerde, kitleler olan bitenleri bir anlam çerçevesinin içine sığdıramadıklarında; arkaik geçmişlerine sığınırlar.[16]Yaşanılan her şeyi açıklayacak, olan bitene neden üretecek metaforlar, mitlerin içinden çıkartılarak bugüne getirilir. Savaşlar ve ölümler vardır çünkü şeytanlar vardır gibi kolayca kavranıp kabul edilen açıklamalar, belki de insanlığın ilk şoku atlatmasına yardım etmektedir. Sorunları çözmek için çabalamak, düşünmek, analiz etmek yetersiz kaldığı zamanlarda mitlerin dünyası daha güvenli görünür.Çaresiz kalmış, kafası karışmış insanlar, efsanelerin, cadıların ve perilerin olduğu bir dünyanın içine, oradaki mucizelere sığınır.
Kriz dönemlerinin filmlerinde ortaya çıkan kültürel temsiller, sorunlara birtakım çözümler öne sürer. Korku filmleri, muhafazakar ideolojinin sürdürülmesine yönelik temsilleri idealize ederek ya da çözümsüz, nihilistik bir dünya görüşünü yansıtan metaforlar ile toplumun büyük korku ve kaygılarını çözümlemeye çalışır.Örneğin, Birinci Dünya Savaşındaki ağır yenilgisinin ardından Almanya’da dışavurumculuk olarak adlandırılan bir korku alttürü ortaya çıkmıştır. “Dr. Caligari’nin Muayehanesi” (1920) ile simgeleşen Alman ekspresyonizmi, savaş sonrası koşullarda, toplumu saran korku, kuşku, eziklik ve endişelerin yansımasıdır.[17]
Her dönemin kendine özgü kaygıları simgeleşerek ekrandan yansır. Soğuk savaşın hüküm sürdüğü 1950-60 aralığında yoğun bir şekilde kıyametin kopması ya da uzaylıların istilası temalı filmler çekilir. ABD’yi tehdit eden uzaylılar kızıl tehlikeye gönderme yapar.[18]ABD’nin sosyalizm korkusu, şeytani uzaylılarla temsil edilir. Aynı dönem içinde popüler olan kıyamet filmleri, şekil değiştiren virüsler, kentlere saldıran kuşlar, böcekler ise nükleer tehlikeyi ve sonuçlarını hatırlatır. Kültleşmiş bir örnek sayılabilecek The Fly, 1958 atom bombasının ve soğuk savaşın korkutucu yaratıklar, mutasyona uğramış canlılar üzerinden anlatıldığı bir korku filmidir. Invasion of the Body Snatchers, 1956 (Beden Kemiricilerin İstilası), Creature From Black Lagoon, 1954 (Kara Gölün Canavarı)gibi pek çok örnek yabancıların istila ettiği ABD kentlerini konu edinir.Uzaylı/canavarlı filmlerde, bir çok badire atlatıldıktan sonra, bir kahramanın öncülüğündeki cemaatle birlikte istilacılar geri püskürtülür. Var olan düzene, kültüre yönelen tehditlerin yenilgisine dair bir temsildir bu. Kültür normallikle ilişkilendirilirken, istilacılar (o dönem için Doğu Bloku ve sosyalistler) normal dışılık, abartılı cinsellik ve saldırganlıkla ilişkilendirilir.
1960’lı yıllara gelindiğinde kıyamet filmleri furyası halen devam etmektedir ancak konjonktür değişmeye başlamıştır. Küba Devrimi, Kennedy suikastı,1968 Gençlik Hareketi, Martin Luther King öncülüğünde siyahların yurttaşlık hakları için mücadelesi veanti militarist tavır toplum tarafından geniş kabul görmeye başlar. Gençliğin önderliğinde, Hippilerle, çiçek çocuklarla, rock müzikle birlikte alternatif yaşam tarzları ortaya çıkmaktadır.Dini ritüeller gündelik hayatın içinden giderek uzaklaşmakta, Time Dergisi “Tanrı Öldü mü? diye kapak yapmaktadır. Güçlenerek gelen sol dalga ile beraber toplumda uyanan isyancı ruhu yeni bir korku filmi furyası karşılar.Muhafazakar Holywood, bu hareketlere karşıt tepkisini devletin ideolojisiyle birebir örtüşen bir şekilde gecikmeden verecektir. Örneğin Polanski’ninRosemary’s Baby, 1968 (Rosemary’nin Bebeği) adlı filmi Time‘ın sorusunu sert bir şekilde yanıtlar:Tanrı’dan uzaklaşırsan, her an hazırda bekleyen şeytan seni ele geçirebilir. Üstelik şeytan, heryerde, çok yakınımızda hatta içimizde bile olabilir. Polanski’de karşımıza çıkan gizli güçler şeması, filmin tüm tematik örgüsünü düzenleyen bir mantık sunar izleyicilere. Kriz dönemlerinde mantığın sınırlarının dışında gelişmelerin ardarda yaşandığı bir ortamda, tüm olan biteni açıklamak için gizli güçlere başvurmak, kaotikleşen sistemle baş etmek için pratik bir yoldur. Doğaüstü güçlere yapılan göndermeler, kaderciliği ve tevekkülü davet eder. “Bu işin içinde bir üst akıl” var başvurusu, kriz çözümündeki yetersizliği işaret ettiği gibi, köktendinci akımlara da göz kırpan bir yaklaşımdır. 1960’lar sürecinde çekilen Holywood filmleri, dönemin tüm özgürlükçü akımlarına bir karşı devrim niteliğinde olmuştur. Hemen hemen tüm senaryolarda, kötü karakterlerin ve suçluların siyahilerle ya da yerlilerle temsil edildiğini, farklılığın yok sayıldığını, en iyi niyetli filmde bile eşcinselliğe sarkastik bir bakış olduğu, kadın temsilinin ise tamamen ataerkil kodlar ile oluşturulduğunu görürüz.
Dönemin istilalı, virüslü, şeytanlı filmlerine karşı Hitchock’un Psycho, 1960 (Sapık) filmi ile bir devrim gerçekleşir. Bu filmle birlikte, düşman ABD’nin kendi içinden, sıradan insanlardan gelmeye başlar (Topçu, 1984: 184).[19]Filmin ünlü karakteri Norman Bates, biraz içine kapanık olsa da, sıradan bir Amerikan vatandaşından farkı yoktur. Bu filmi devrimci yapan bir diğer özellik, orta sınıf, beyaz, masum görünümlü ve kibar bir Amerikalı’nın ilk defa sapık bir katil olarak resmedilmiş olmasıdır. Amerikan korku sinemasında sonradan bir çok örneğini göreceğimiz slasher türün (kadınların izini sürüp sonra kesip biçen seri katiller) öncüsü olan Norman Bates, bize kendine dikkat et ve kimseye güvenme diye öğütler.[20]Korku türünde hep gördüğümüz, “tetikte ol ve hareketlerine dikkat et” sloganı, ahlakçı kodlar içerir. Çünkü, “ahlak dışı” hareketlerin sonucu genelde ölüm olmaktadır, özellikle de kadınlar için…
Romero’nun Amerikan muhafazakarlığına karşı geliştirdiği bir tez olarak kabul edilen, Night of the Living Dead, 1968 (Yaşayan Ölülerin Gecesi)adlı kült filmde dışarıdan gelen uzaylıların yerini, dirilen ölüler, mezarlıklardan çıkan zombiler alır. Artık tehlikeyi dışarıda değil, içeride aramak gereklidir. Yönetmen, evlerimizde bile güvende olmadığımızı hatırlatır. Romero, kötülük heryerde ve bulaşıcıdır diyerek muhafazakar Holywood’dan farklılaşarak sistemi eleştirir.
1970’ler Petrol Krizi, Vietnam yenilgisi, politik skandallarla birlikte yeni bir sosyopolitik ortam yaratır. Artan enflasyon orta sınıflarda elindekilerini kaybedeceğine dair korku oluşturmaktadır. Watergate ile gözler önüne serilen sistemdeki çürüme, insanlarda toplumun temel kurumlarının meşruiyetine dair bir sorgulama başlatır. Holywood, toplumun sisteme olan güvenini tekrar tesis etmek üzere harekete geçer. Aile, din ve kilise filmlerin merkezine gelir. Hrıstiyanlığın terminolojisindeki tüm şeytani karakterler güven krizinin metaforik temsilcileri olarak yerlerini alır. Formül daha öncekilerle aynıdır, bir kötülük öznesi bul ve tüm sorumluluğu ona yükle ve insanları tekrar imana davet et!Bu dönemin filmlerinde farklı bir muhafazakarlık daha vardır.
Yetmişler aynı zamanda feminizmin de oldukça güçlendiği, çalışan kadın sayısının arttığı, kadınların seslerinin çok daha fazla duyulduğu yıllardır. Dönemin Holywood filmleri, ataerkil ideolojinin safında, feminizmle mücadele eder. Gözden düşen babalık kurumuna tekrar prestij kazandırmak için elinden geleni yapar Hollywood. Babalığa hakkını teslim edebilmek için, eril olanın ötekisini yani dişilliği gözden düşürmeye uğraşır. Bu durum, eril kimliğin, kadınlığı referans gösterek, onu olumsuzlayarak kurulabildiğini, yani ötekisine bağımlı olduğunu da gösterir. Kadın ve çocukları himaye edip, disipline eden güçlü baba imajının altından bambaşka bir görüntü çıkacaktır. Bu yüzden muhafazakar filmler, güçlü ve bağımsız kadınlara başlarına gelecekleri göstererek aba altından sopasını gösterir. Kadınlar ya eril kahramanı baştan çıkartıp onu zayıflatmaya çalışan cadı/şeytanlar olarak ya da düşük zekalı, beceriksiz, yardıma muhtaç karakterler olarak temsil edilir. Kadınlar tecavüz, işkence fantazileriyle süslü sahnelerde öldürülür. Cinayet aletleri genelde bıçak, silah gibi fallik nesneler olur[21].Çekimler çoğu zaman sabit kameralarla katilin bakış açısından verilir.Katille birlikte izleyici de kurbanı uzun uzun dikizler, bir nevi katile ortak olur.Kurbanın, bağlanması, köleleştirilmesi ya da izleyiciye dikizlettirilmesi, onu nesneleştirir.
Şeytani ve kötü olanın dişilikle ilişkilendirmesi, kadın cinselliğine ve kadınların gücüne dair bastırılan eril korkuların yansımasıdır. Kadın düşmanlığı konusunda artık klasikleşen bir örnek olan The Exorcist, 1973 (Şeytan)’de özgürleşen kadınların toplumun düzenini ve huzuru tehdit ettiğine dair metaforik temsilleri bulabiliriz.[22] Şeytanı bol filmler, kutsal kitaplardaki hikayelere gönderme yapar. Kadın görünümüne bürünerek,”insanoğlunun” aklını çelmeye çalışan şeytan, ailesini ihmal eden “boşanmış ve çalışan kadınların” çocuklarını ele geçiren kötü ruhlar, inançtan sapan insanlığı cezalandırır.
Seksenli yıllarda küresel kapitalizmin kendini gösterir. Neoliberal muhafazakarlık ve yeni bir milliyetçilik dalgası hızla yayılmaktadır.Büyük anlatılar bitmiş, Doğu Bloku çökmüş, pozitivizm tahtından inmiştir. İnsanlar bu zamana kadar sarıldıkları değerlerin hızla değiştiğini görürler. Kimlikler ve alt kültürler ön plandadır.Dünya hızla değişirken, postmodernizm, New Age, mistisizm gibi kavramlar popüler olmaya başlar.Radikal dini eğilimler artar.Bilime ve mantığa eskisi gibi prim verilmezken, dünya giderek daha akıl dışı görünmektedir.Önceden sadece kriz dönemlerinde mantık dışı görünen dünyanın, şimdi zaten hep anlamsız ve akıl dışı olduğu söylenmektedir.Seksenlerin dünyası nihilisttir.İnsanlık ıslah edilemez, bu dünya vahşi ve düzensiz, şiddet ise nedensizdir.Liberal muhafazakarlar, şiddetin nedensizliği fikrine sarılır.Onlara göre, bu dünyada adaleti sağlamak için hukuk yetersizdir.Düzen ancak baskı, denetleme ve gerekirse zorbalıkla sağlanabilir.Seksenlerin sinemasına baktığımızda, sadece korkuda değil tüm türlerde, doğaötesi eğilimlerin giderek arttığını görürüz. Dönemin korku sineması muhafazakar ideolojinin nihilistik dünya görüşünü yansıtarak, baskı ve denetimin gerekliliğini onaylar.Yeni dönemin filmlerinde artık kimin neden katil olduğu önemli değildir.Şiddet ve ölüm rastgeledir.Kurgudan çok, şiddetin en rahatsız edici şekilde sunuluşu, efektler, canavarların tasarımı ön plana çıkmaya başlar. Senaryolar, seyirciyi germek ya da ürkütmek için değil bir şiddet şöleni sunmak üzere tasarlanmaktadır. Çıplaklık, kan, işkence, katliam, vücudun parçalanması, seks, fahişeler, uyuşturucu, kesici aletler, tecavüz, bir anlamda uygarlığın bastırıp, denetlemeye çalıştığı dizginlenemez saldırganlık ve cinsellikle ilişkili her metaforu görürüz bu filmlerde.Şiddet pornografik bir hal alır.Halloween, 1978 (Yabancı), Friday the 13th, 1980, (13. Gün), Scream, 1996 (Çığlık) gibi filmler, nedensiz şiddetin, bastırılmış cinselliğin, dikizciliğin, nihilistik dünya görüşünün güzide örnekleridir. Çoğu yüksek gişe yapan bu filmlerin seyirci kitlesinin, cinselliklerini daha çok denetlemek zorunda bırakılan alt sınıflar olması ilgi çekicidir. O günlerden günümüze, korku filmlerindeki şiddet dozu artarak devam etmektedir. I Spit on Your Grave, 2010 (Mezarına Tüküreceğim), Last House on the Left, 2009 (Soldaki Son Ev), Saw, 2004 (Testere), Frontiers, 2007, Hostel, 2005 (Otel) gibi örneklerde, uç noktadaki şiddeti görürüz. Kurbanların işkenceye uğradığı sahnelerin herbir detayıyla, baştan sona yansıtıldığı, acı çeken insanları sergilemenin amaç olduğu filmlerin sayısı daha da çoğalacak gibi görünmektedir. Son 10 yılda, yüksek dozajlı şiddet içerdiği için istismar sineması olarak da adlandırılan torture porn’un popülerleşerek bir alttür haline gelmesi, şiddet ve korkunun insanları giderek daha çok çekmeye devam edeceğini haber vermektedir.
Hollywood’un muhafazakar değerleri ve orta-sınıf ahlakçılığını bu denli palazlamasına karşı eleştirel duruşuyla Shining, 1980 (Cinnet) ayrı bir yerdedir. Bu film, “görgülü ve medeni” olarak sunulan cemaatin arka yüzünü gösterir. Shining, kutsallaştırılan ailenin üstündeki süslü örtüyü çekip alarak, alttaki sefaleti gözler önüne serer. Hane içindeki tahakkümü ve eşitsizliği gösterir. Şiddeti sorgular, nedenlerini arar. Bireyin saldırganlığını adalet, ekonomi, hukuk sistemlerinin işleyişindeki aksaklıklarla ilişkilendirir.
Sonuç
Sinema bir gerçeklik yanılsaması yaratır, bir filme dalıp gittiğimizde beyaz perdede olan biten her şeyi gerçekliğin, dünyada olup bitenlerin bir yansıması olarak algılamaya başlarız.[23]Oysa ki filmler de ideolojinin birer aygıtıdır ve egemen söylemin ağzından konuşur, sistemin söylemini tekrar ve tekrar üretir. Sinemanın elindeki en büyük güç, kitlelerin idealleştirme, özdeşleştirme mekanizmalarını kolaylıkla şekillendirebilmesidir. Sinema kolaylıkla rol modeller belirler, onları idealleştirir, dişi veya erkek kahramanlarıyla yeni bir gerçeklik oluşturabilir. Özellikle, toplumsal kimliklerin hasar görüp, incindiği kriz dönemleri sonrasında, kişilerin incinmiş benliklerini onarabilmek, selfin bütünlüğünü ve güvenini tekrar inşa edebilmek için milliyetçi / muhafazakar söylem iyi bir imkan sunar. Çünkü, bu söylem, kendini ötekinden birtakım özcü hasletler ile ayırır, ötekini aşağılayarak, kendini yüceltir. Ortalamanın dışında kalan her şeyin, tüm etnik, cinsel, ideolojik farklılıkların, hatta yaşam tarzındaki basit farklılıkların bile muhafazakar/ataerkil ideolojiyi teyakkuza geçirmesi düşündürücüdür. Çünkü, her an savunmada olan, hep haklılığını kanıtlamaya çalışan bir sistemin işleyişinde sorun var demektir. Anaakım sinema, muhafazakar işleyişin varlığından bir hayır göremediğimizin farkında olmalıdır ki, her fırsatta sistemin yokluğunu felaketleştiren filmlerle izleyicilerin gözünü korkutmaktadır.
Metnin başında da belirttiğimiz gibi, ne yaparsanız yapın bastırılanlar geri gelir. Kitleleri katı bir ahlakçılığa, püriten bir yaşama davet eden korku türünün cinselliği ve kadın vücudunu bu denli teşhir etmesi, baskılanın geri geldiğini gösterir. Gündelik hayatın içinde sağlıklı olarak yaşanamayan cinsellik, çok daha abartılı ve sapkın bir biçimde geri döner. Korku filmlerinin,muhalefet ettiği ve ortadan kaldırmaya çalıştığı cinselliğe her fırsatta başvurması bastırılanın geri dönüşüdür. Aynı şekilde, vahşi insan doğasını denetleyerek huzur ve güvenlik geleceğini vaat eden bir düzen, kendini vahşet, kan ve acıyla var etmektedir.
[1]Sartre, J.P. (1936). The Transcendence of Ego.
[2] Geçtan, E. (2005). Psikanaliz ve Sonrası. İstanbul: Metis Yayınları.
[3]Barthes, R. (2005). Göstergebilimsel Serüven. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
[4]Fairclough, N.(2003). Söylem ve İdeoloji:Mitoloji, Din ve İdeoloji. İstanbul: Su Yayınevi.
[5]Comolli ve Narboni (1971).Cinema/ Ideology/ Criticism.
[6]Topçu, G. (2004). Sinemada Anlatı ve Türler. Ankara: Vadi Yayınları
[7]Badley, L.(1995). Film, Horror and The Body Fantastic. Greenwood Publishing.
[8] Ahmed S. (2015). Duyguların Kültürel Politikası, İstanbul: Sel Yayınları.
[9]Wood R. (1985). Movies and Methods, Berkeley: University of California Press.
[10]Foucault M. (2001).Hapishanenin Doğuşu, Çev.M.Ali Kılıçbay,İstanbul: İmge Kitabevi.
[11]Scognamillo, G. (2014) Korkunun ve Dehşetin Kapıları, İstanbul: Bilge Karınca Yayınları.
[12]M. Ryan ve D. Kellner ( 1997). Politik Kamera, Çev. Elif Özsayar, İstanbul: Aynntı Yayınları.
[13]Wood R. (1985). Movies and Methods, Berkeley: University ofCalifornia Press.
[14] Cuddon, J.A. (1989). Korku Hikayelerine Bir Giriş. Argos-Yeryüzü Kültürü Dergisi, Nihal Yeğinobalı (Çeviren), 13.
[15]Scognamillo, age
[16]Benjamin, W. (1982).Estetize Edilmiş Yaşam, Ankara: Dost Kitapevi.
[17]Scognamillo, age.
[18]M. Ryan ve D. Kellner, age.
[19] Topçu, Gürhan. (2004) “Karanlığın Kızları: Korku Sineması ve Kadın”.Fatma Dalay Küçükkurt, Ahmet Gürata (Ed.), Sinemada Anlatı ve Türler. (157-212) Ankara: Vadi Yayınları.
[20]Hutchings, P. (2004).The Horror Film, London: Pearson Education Limited.
[21]Hutchings, P. (2004). The Horror Film, London: Pearson Education Limited.
[22]M. Ryan ve D. Kellner ( 1997), age
[23]Wood R. (1985), age.