İstanbul Gelişim Üniversitesi’nden Dr. Öğr. Üyesi Yıldız Derya Birincioğlu bizim için 5224 sayılı Sinema Yasası’nı “sinema ve kültür politikaları” ekseninde çok yönlü olarak değerlendirdi. Birincioğlu, yasanın anaakım Türkiye sinemasına “yontan” taraflarını, getirdiği sansür düzenlemelerini, sinemamızdaki kültürel daralmayı, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın destekleme biçimlerini, dijital platformlar karşısında sinema salonlarının önemini çözüm önerileriyle birlikte anlattı.

Dr. Öğr. Üyesi Yıldız Derya Birincioğlu, Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Kültürel Çalışmalar Dergisi Moment Journal’ın “Popülizm ve Medya” başlıklı Cilt 6, Sayı 1 nüshasında da 5224 sayılı yasayı “popülist söylem” açısından incelemişti. Birincioğlu’nun Moment Journal’daki yazısının tam metnini buradan okuyabilirsiniz.

– Komedi ve melodram ağırlıklı anaakım Türk sineması 5224 sayılı yasadan gerçekten karlı mı çıktı? Son verilere baktığımızda sinema seyircisi sayısında ciddi bir daralma var. Sektörün taşıyıcısı anaakım yapımcılara “fena halde yontan” yasanın “daralma”ya çözüm üretemediğini mi anlamalıyız sizce? Yoksa seyircinin sinema salonlarına daha az gitmesinin daha belirleyici başka nedenleri mi var?

Anaakım sinemadan ziyade Anaakım sinema yapımcıları bağımsız sinemaya oranla nispeten karlı çıktı denilebilir. Yapımcılar ve yönetmenlerin sinema salonu işletmeleri ile yaşadıkları en büyük sorunlar; bilet ücretleri başına aldıkları oran, reklam süreleri ve promosyon üçlemesini içermekteydi. Yapılan ikili anlaşmalar bu taleplerin karşılanması yolunu tıkadığında, bu pastadan en çok pay alan Cem Yılmaz ya da Yılmaz Erdoğan gibi hem yapımcı hem yönetmen kimliğine sahip olan isimlerin filmlerini salonlardan çekeceği söylemi tüm sistemin değişeceği gibi bir refleksin oluşmasına neden oldu. Peki ama bu revize edilen yasa sinema seyircisini daha çok salonların içine çekecek içeriğe sahip mi? Ne yazık ki hayır. Yasa sektörün ekonomi-politik ihtiyaçlarını karşılaması ve kapitalist sistemin karlılığını artırması noktasında anaakım sinemayı desteklerken sayıları her geçen gün artan dijital platformlar nedeniyle azalan seyircinin daha da azalmasını teşvik etmektedir. Şu bir gerçek ki promosyon kendi içinde sıkıntılar içermesine rağmen sinema seyircisini salonlara yönelten bir araçtır ve sinemanın daha kangren olan sorunları arasında birinci sıraya sahip değildir.

–  Bir de elbette üzerinde önemle durduğunuz “kültürel daralma” var. Seyircinin bağımsız-minimal-arthouse filmlere yönelik beğenisinde artış olmasına rağmen söz konusu yasa bağımsız filmlerin üretim-dağıtım-gösterim zincirinden daha da dışlanmasını getiriyor. Bu herhalde Türkiye’nin hem sinemada hem de kültür politikalarıyla ilgili. Kültür politikası ve kültürel çeşitlilik bağlamında bağımsız filmler niye önemli sizce?   

Bağımsız filmler Hollywood estetiğinden farklı olarak içinde yaşadıkları toplumun kültürel, politik, cinsel ve toplumsal kimliklerine dair anlatılar sunar. Bu anlatılar toplumda yer alan kültürel çeşitliliğin görünürlük kazanması, kendisini ifade etmesi ve temsil edilmesi bağlamında önemlidir. Bu sebeple Uluslararası İstanbul Film Festivali ve !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali başta olmak üzere birçok film festivali süresince kapılarda bekleyen seyirciler son dakika gelmeyenlerin yerini almak için saatlerce beklemeyi göze alır. Festival seyircisinin bağımsız-minimal-arthouse filmlere ilgisinin artması anaakım sinemanın birbirini tekrar eden anlatılarından sıkıldığı sonucuna bizi götürebilir. Burada asıl yapılması gereken festival atmosferinin büyüsüne kapılan sinefilleri alternatif sinema salonlarına –Başka Sinema, Kızılırmak vs.- çekerek bağımsız film izleme pratiğini deneyimleyen kişileri artırmaktır. Böylelikle arz talep dengesindeki değişim dağıtımcıların yeni bir strateji geliştirmesini sağlayabilir.

– Belki de asıl soru şu: “Türkiye’nin bir sinema ve/veya kültür politikası var mı?”. 5224 sayılı yasanın böyle bir amacı var mı sizce? Daha önemlisi, bu yasanın öncesinde sinema/kültür politikası var mıydı, hiç oldu mu?  

Her iktidar mutlaka kendi kültür politikasına işlerlik kazandırmak istemiş başta sansür olmak üzere, filmlerin seçilmesi, gösterimi ve dağıtımıyla ilgili yeni belirlemeler oluşturmuştur ama bu politikalara kalıcılık sağlamamıştır. Bu sebeple her yeni iktidarın yapboz şekline dönüştürdüğü kültür politikasının birbirinin devamı niteliğine sahip gelişen bir yapısı bulunmamaktadır. Tabi ki revize edilen yasanın da iktidarın belirlediği kültür politikasına işlerlik kazandırma amacı bulunmaktadır.

Ama asıl sorun Türkiye’de Marshall Planı ile başlayan ve günümüze kadar devam eden Hollywood estetiğinin sinemanın temel dinamiği olduğu anlayışının şart koşulmasıdır. Hollywood estetiğine bağımlı bir sinematografik bakış bizi özgün kültürel değerlere temas etmekten uzaklaştırmaktadır. Bu sebeple kendi ülkesinin kültürel orijinalitesine yabancı bir sinema seyircisinin oluşmasına neden olmaktadır. Çünkü gişe filmleri özgün kültürel değerleri anlatılarında malzeme olarak kullanmak yerine stüdyo sisteminin önceden denenen ve klişeleşen malzemelerinden beslenmektedir. Bu durum ister istemez seyircinin kendi kültürel örüntülerine yabancılaştığı bir sinema dilini gündelik hayatında yeniden üretmesine neden olmaktadır. Başta Kültür Bakanlığı olmak üzere Sinema Genel Müdürlüğü aracılığıyla oluşturulacak kültür politikaları ile özgün yerel değerlerin yoğun olarak anlatılarında tartışıldığı bağımsız, arthouse ve minimal filmler ile seyircinin belleği arasında kolektif bir ilişki kurulabilir.

 – Sinema salonlarında gösterim sizce niye bu kadar önemli? Netflix, BluTv gibi dijital içerik platformları giderek hayatımızı sarıyor. Bağımsız filmlere merak duyan seyirci bu veya benzeri platformlardan izlese, bağımsız sinemacılar bu tür dijital platformlar kursalar daha ucuz ve daha az zahmetli olmaz mı?  

Sinema yapım aşamasından tüketim aşamasında kadar kolektif bir pratiktir. Başka bir deyişle, sinemaya gitme pratiği seyirciyi ortaklaştıran, sosyalleştiren, toplumsallaştıran ve bir arada bulunarak statü sergilemesine imkân sağlayan kamusal alan temelli bir iletişim sürecidir. Bu sebeple sinema her ne kadar bireysel bir deneyim sunuyor olsa da aslında seyircisine toplumu anlama ve kimlik geliştirme imkânı sağlar. Netfilix, BluTv gibi dijital platformlar ise başta sinemanın kamusal alan özelliğinin özel alan şekline dönüşmesini ve sinemanın toplumsal yönünün ortadan kalkmasına neden olur.  Bu noktada sinema daha az maliyetli olmak uğruna temel felsefesinden ve özünden uzaklaşmaya başlar.

 – TC Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Destekleme Kurulu yapımcı değil yönetmen merkezli değerlendirmeler yapıyor. Bu, bağımsız filmlerin desteklenmesinde iyi ve yeterli bir yol değil midir? Diğer ülkelerdeki uygulamalar nasıldır?

Bakanlığın “seeding money” olarak isimlendirilen yapım masraflarının yarısına yakın bir kısmını yönetmeni desteklemesi için sunmasının, iyi ve yeterli bir yol olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü Bakanlık bu sistemi ilk filmini yapan yönetmenlerin bir şahıs şirketi kurması yoluyla işletiyor. Yapımcı ile yoluna devam eden ya da etmek isteyen yönetmenler ise paravan şirketleri ile bu süreci farklı kanallardan yürütüyor. Ancak aslında Bakanlık şahsen başvurular kabul etmesine rağmen en az yapımcılar kadar süreç yönetimine sahip yönetmenlerle bu işe devam etmek istiyor. Bu durum da ister istemez yönetmen görünümlü yapımcı modelinin legal olmasa da uygulandığı bir sisteme sürüklüyor. Türkiye’deki sistemde yönetmen-yapımcı aldığı bütçenin vizyona girişi, mali müşavir raporlarının oluşturulması vs. süreçlerle yaklaşık dört ya da beş yıl boyunca yeniden başvuruda bulunamıyor.

Oysa Avrupa yapımcının aktif olduğu bir model ile değerlendirme ve fonlama gerçekleştiriyor. Böylelikle yapım şirketleri de kendilerine verilen öz bütçeyi süre kısıtlaması olmadan kullanma imkanına sahip oluyor. Diğer taraftan Polonya devlet desteğinden ayrı tamamen bağımsız bir kurul tarafından filmlerin belirlenmesinde yapımcı temelli bir süreç yürütüyor. Bu ülkelerde olduğu gibi yönetmenlerin anlatı ve sinematografik dinamiklerle yapımcıların ise endüstriyel ve ekonomik dinamiklerle ilgilenmesi Türkiye’de sistematik hale getirilemeyen yapımcılık alanının da geliştirilmesi için bir adım olabilir.

 – 5224 sayılı yasada oldukça dikkat çeken bir sinema filmlerini “değerlendirme ve sınıflandırma” düzenlemesi var. Sınıflandırılmayan filmler ticari gösterime giremeyecek ama festivallerde ve özel gösterimlerde “18+ yaş” etiketiyle gösterilebilecek. Burada “sansür” iddialarına dayanak olan noktalar nelerdir? Dünyanın diğer ülkelerinde de bu tür sınıflandırma kurulları mevcut değil mi?

Bu yasa ile ilişkili sansür iddialarını güçlendiren temel dayanaklardan ilki; sınıflandırma ve değerlendirme için kullanılacak bir kriter setinin yasa ile güvence altına alınmamış olmasıdır.  Değerlendirilemeyen ve sınıflandırılamayan filmlerin gişede seyircisiyle buluşmasının engellenmesini sansür dışında bir kavramla açıklamak da pek de mümkün değildir. Diğer taraftan değerlendirmeyi yapacak olan komisyon üyelerinin oluşturulduğu mekanizma düşünüldüğünde; üyelerin sübjektif karar alma eğilimleri ya da karşı oy kullanma sürecinde çekingen tavır sergilemeleri bir diğer dayanaktır. Son olarak yine bu kurul üyelerinin mesleki ve politik kaygılar ile refleks geliştirebilecekleri öngörüsü ya da endişesi bu düzenlemenin sansür olarak değerlendirilmesini güçlendirmektedir.

Değerlendirme ve sınıflandırma düzenlemesinde “18+ yaş” etiketi Türkiye’de dağıtımcının salon garantisi elde etmesini zorlaştıran unsurlardan biri olduğu için dağıtım ve gösterim koşullarının oluşmasında da sansür refleksi yaratacağı söylenebilir.

 – “Anaakım filmlerin gösteriminden toplanan vergilerle bağımsız filmleri desteklemek” veya “sinema salonlarına belirli sayıda bağımsız film gösterme şartı koymak”, sinemanın “rekabetçi-endüstriyel doğası”na aykırı olarak düşünülebilir mi? Çok yüzeysel olacak ama “Robin Hood’çuluk” veya “tepeden düzenlemeler” niçin gerekli?

 Aslında bu soruyu şöyle düşünmekte fayda var. Marshall Planı ile Hollywood filmleri için koşulan şartlar sinemanın “rekabetçi-endüstriyel doğası”na aykırı mıydı? Belli ki o zaman diliminde değildi. Çünkü yıllarca hatta 2000’lere kadar Hollywood filmleri Türk filmleri ile girdiği yarışı hep birincilikle bitirdi. Ya da dağıtım kanalında gerçekleşen tekelleşme yine sinemanın “rekabetçi-endüstriyel doğası”na aykırı değil mi? Belli ki değil. Rekabet Kurulu raporlarına rağmen satışın gerçekleştirilmesi ile ilgili sorun görülmedi. Özet olarak şunu söylemeye çalışıyorum; sinema seyircisinin estetik ve kültürel belleğini şekillendirmek için onların bu ürünlere daha çok ulaşacağı ya da karşılaşacağı bir mekanizma geliştirmek gerekli. Bu mekanizmada ancak yerel özgün değerlerin ortaya çıkarılacağı bir kültür politikası ile mümkün olabilir. “Tepeden inme düzenleme” olmanın aksine bu tarz düzenlemeler gişe filmleri dışında da farklı bir sinematografi olduğu gerçeğini kabullenmek adına atılacak küçük bir adımlardır.

 – Dünyada en başarılı bulduğunuz, Türkiye’de de uygulanması gerektiğini düşündüğünüz sinema ve kültür politikaları nelerdir?  

Kültür politikası ve devlet desteğinin birarada olduğu Güney Kore modeli uygulanabilir. Festivallerden, film destek fonlarına, eski filmlerin televizyon kanallarında yeniden gösteriminden sinema endüstrilerinin toplumla buluşturulmasına ve yönetmenlerle ilgili ücretsiz yayınların yapılmasından akademik çalışmaların desteklenmesine kadar bir toplumun her alanına sirayet edecek bir sinema geleneği ve kültürel bellek oluşturulabilir.