İlginç bir film, Çağan Irmak’ın Kabuslar Evi serisinden:  “Uyurgezerler.”

Kitapları artık satmamaya başlayan bir yazarın, Kabuslar Evi denen gotik köşke taşınıp kendi başına kalma arzusuyla başlıyor filmimiz. Yazar birkaç gece üst üste evine birilerinin girdiğinden şüphelenerek en sonunda, romanlara ve filmlere yakışır bir şekilde ağlarla tuzak kuruyor ve evine gelen davetsiz misafir yakalamayı kafasına koyuyor. Uzun uğraşları sonucunda o gece nihayet ne olduğu belli olmayan bu hırsızı tuzağına düşürüyor.

Fakat tuzağa yaklaştığında karşısında bembeyaz yüzü olan ve yanında babasının adını haykıran bir çocuğa eşlik eden yetişkin bir adam buluyor. Adamı tuzaktan kurtardığında ortamdaki garipliği fark ediyor çünkü baba ve oğlunun ten renkleri gibi kanları da beyaz. Bu olayın şokunu atlatıp adam ve oğlunu aşağıya indiriyor ve en rahat kanepeye yerleştirip aç olup olmadıklarını soruyor. Adam oğlunun çok uzun zamandır aç olduğunu belirtiyor fakat onu doyurmanın yolunun bambaşka olduğunu ifade ediyor ve normal insan yiyeceklerinin işe yaramayacağını ekliyor. Hikayemiz aslında burada başlıyor çünkü bu beyaz insanların kendine “Uyurgezerler” diyen sayıları azalmış bir ırk olduğunu öğreniyoruz.

İnsanlardan farklı bir dünyada yaşayan, insanların düşleriyle beslenen sevimli bir ırk. “Düşlerle beslenme”  kötü bir şey zannedilmesin. Uyurgezerler’in yaşadığı barış dolu dünyada, insanlar geceleri kapılarını açık bırakıyor, Uyurgezerler gelsin ve düşleriyle karınlarını doyursunlar diye. Bunu yapıyorlar çünkü, düşleriyle birlikte korkuları, endişeleri de emilip gidiyor. Hiç kimse zarar görmemekle birlikte bir ırkın varlığını sürdürmesine yardım eden insanlar kendi korkularından da kurtulmanın karşılıklı hazzını yaşıyor.  Buraya kadar her şey güzel. Fakat bir süre sonra yönetim şekli değişiyor dünyada. Ve “televizyon” özendiriliyor. Tek tip insan yaratılmaya çalışılıyor ve Uyurgezer’lerin geceleri evlere girmesi yasaklanıyor. Yasaklanıyor çünkü,insanların korkularınınn emilmesi hükümetin işine gelmiyor. Onların ellerindeki tek silah “korku.”

Yaşamak için düşleri emmek zorundalar. Git gide güçsüz düşüp ölümün eşiğine geliyorlar ve yiyecek bulmaya çıkıyorlar.  Ama herkesin, artık  kapılarına kilit vurmuş olduğunu görüyorlar.

Onların acı dolu hikayesi sürüp giderken tam da o noktada yazarımızın hayatını Uyurgezerler ile birleştiren bir geçit açılıyor ve bu iki Uyurgezer kendi dünyalarından kopup yazarımızın hayal dünyasının da etkisiyle Kabuslar Evi’ne düş bulmaya geliyor ve tuzağa yakalanıyorlar.

Burada kullanılan televizyon ve düş metaforları kapitalist dünyaya yapılan şahane bir gönderme. Aslında değinilen şey televizyonun propaganda gücü ve hükümetin bu gücü nasıl kullandığı. Yazar kendi kitaplarına olan inancını bıraktığı sıralarda Uyurgezerler için hükümet değişiyor ve bu paralel evrendeki her şey birbirini etkileyecek şekilde gelişiyor.

Bu inanılmaz hikayeyi dinleyen ve karşısında bitkin şekilde duran bu beyaz insanlara üzülmeden edemeyen yazarımız sabaha karşı çocuğu kucağına alıp tüm İstanbul’u gezerek karnını doyurabilecek “düş” arıyor. Fakat onu doyurmak için tatlı düşler gerekiyor çünkü acı düşler onu zehirliyor. Saatlerce açık otellerden sokak köşelerine kadar bakarak uyuyan kim varsa şansını deneyen yazar oldukça üzücü şekilde artık hiç kimsenin tatlı düşlerinin olmadığını görüyor…