Wim Wenders’in Altın Palmiye ile taçlandırılmış 1984 yapımı filmi Paris, Texas parçaları savrulmuş bir ailenin çabasını anlatır. Film Sam Shepard’ın hikâyesinden uyarlanmıştır. Filmde her bir karakter mutsuzlukta asılı kalmış gibidir, özellikle de baş karakterimiz Travis. Travis; kendisini dünyadan soyutlayıp yollara vurmuş, iletişim kurmaktan da vazgeçmiş bir adamdır. Bu yolda kendisini unuttuğu gibi neyi aradığını da çoktan unutmuştur. Önce kendisine ardından da herkese yabancılaşmıştır. Durmadan ve ısrarla ilerlediği yol, aslında kendi içindedir. Bazen hayatta neyin doğru, neyin yanlış olduğunun önemi kalmaz, bu anlar da olduğu gibi.. Sessizleştikçe kendini dinler Travis, dinledikçe de kendi içindeki sorularda boğulur. Tıpkı yürüdüğü çöl gibi her bir adımında daha da tükenir.
“Kaybolmuştum ama bulunmaya hazır değildim.”
Paris,Texas mutlak(sürekli) mutluluğun olmadığını kanıtlayan bir film. Kendini kaybeden Travis’den, hayatının anlamını kaybeden Jane’e. Kişiliğini bulmakta zorluk çeken Hunter’a ve köprüdeki adamının durumuna kadar her bir karakter işaret edilenin gerçek dışılığını ortaya koyar.
Yarım kalmış bazı hikayelerin nerede ve nasıl bittiğini tahmin etmekte zorlandığımız zamanlar olur.Filmin amacı da bu nokta da ortaya çıkar. Yönetmen izleyenlere geçmişin izlerinin silinmesinin mümkünlüğünü sorgulatmaya çalışır.
Film insan olarak doğmanın verdiği dayanılmaz ağırlığı unutmanın tek yolu olan sevgiyi bulmanın, kaybetmenin ve tekrar aramanın yolculuğunu anlatır. Derin bir hayal kırıklığı ve içimizde yarattığımız dünyanın dış dünyanın gerçeklikleri tarafından her anlamda parçalanmasının filmi. Müzikleri de bu hisleri destekleyici nitelikte. İnsan dinlerken terk edilmişliği,ıssızlığı, sonsuzluğu ve boşluğu içinin en derinlerinde hissediyor.
İnsanların nutkunun tutulduğu, kelimelerin anlamını yitirdiği anlar vardır. Travis’in Jane’i yıllar sonra ilk gördüğü anda konuşamamasının sebebi ile Jane’in Hunter’ı gördüğünde donup kalmasının sebebi, kendini ifade edememelerinden kaynaklanır.
Finaline kadar açık vermeyen bu filmde, karakterlerin ağır kimlik bunalımının altında kendileriyle yüzleşmenin verdiği korku yatıyor.
Nietzsche’nin dediği gibi: “Bir uçurumun içine baktığınızda, uçurum da sizin içinize bakar.” Oysa Travis kendi uçurumuna bakmayı hiçbir zaman göze alamamıştır.
“-Yüksekten korktuğunu sanıyordum.
+Hayır, yüksekten değil düşmekten korkuyorum.”
İnsan neyden kaçarsa ya da neye benzemek istemezse, bir süre sonra onun gibi olmaya başlar. Evrenin bir oyunu mu demek lazım bilmiyorum.
“Ancak ben, ben olduğumda sana dönüşebilirim.”
Münih Film ve Televizyon Akademisi’nin ilk mezunlarından olan Wim Wenders , sinema da görüntünün gücünü bize bu filmle tekrar gösterir. Wenders için sinemanın önemi, dünyayı yeniden keşfetme ve düzeltme anlamı taşıdığını söyler.
Filmi kırmızı, yeşil, mavi renkli neon ışıklardan bağımsız olarak düşünmek neredeyse mümkün değil. Özellikle çarpıcı mavi ya da yeşil renkler ana karakterin içinde bulunduğu yalnızlığı yansıtırken, sarı ve kırmızıların karşıt kullanımı karakterler arasındaki etkileşimi de görünür kılar.
Yapımcısı tarafından sadece dört hafta gibi bir sürede çekilmiş olduğu iddia edilen bu film her türlü övgüyü hak eden, yolculuktan ziyade bir kaçış filmi. Sadece sahnelerde kullanılan mükemmel renk ve ışık uyumları için bile izlenilebilir.
*”Why Does It Always Rain On Me”, “Closer” gibi şarkıları olan Travis grubu ismini bu filmin ana karakterinden almış. Ayrıca Kurt Cobain de zamanında en favori filminin bu olduğunu söylemiş.