Girmesi kolay ancak çıkması güç bir şehir orası, çıkmak için feda etmeniz gereken şeyler var: sabrınız gibi, paranız gibi, canınız yahut sevgiliniz gibi… Orası Kazablanka.

İkinci dünya savaşının esamesi henüz okunurken tarafsız duruşu, idealist tavırları ile oldukça başarılı bir işletmeci olan Rick Blaine’in monoton yaşamı bir gecede değişecektir.

Yılların yüreğinden silemediği, bitişine anlam veremediği eski sevdası Ilsa, Rick’in tabiriyle “Bütün dünyada, tüm kentlerdeki tüm barlar arasında, onun barına gelmiştir.” Üstelik bir adamla, Çek direnişinin lideri Victor Laszlo ile…

Ilsa bara girdiğinde nerede olduğunda habersizken yıllar önce sevgilisinin yol arkadaşı olan piyanist Sam’i mesleğini icra ederken görür. Bir yanda kalbine gömdüğünü sandığı sevgilisini tekrar görecek olmanın heyecanı diğer yanda ona hiçbir açıklama yapmadan terk ettiği tren garının mahcubiyeti ile eski dostu Sam’den o şarkıyı çalmasını ister:

Ilsa: “Çal Sam. ‘As Time Goes By’ı çal.”

Şarkıyı duyar duymaz bu şarkıyı çalmanın yasak olduğunu söyleme için piyanonun yanına gelen Rick, eski sevgilisi ile karşılaşır. Ve aklına Paris gelir, Ilsa ile her sokağın, her evin onlara ait olduğu, savaşın başlamak üzere olduğu, insanların tek derdinin canları olduğu sırada Rick’in: “Dünya harabeye dönerken biz aşık olmakla uğraşıyoruz.” dediği Paris. Ancak yıllar geçmiş, Paris geçmişte kalmıştır her ne kadar beyninde canlı olsa da.

Ilsa ve Victor Laszlo’nun Nazi devriyelerinin gözüne batmadan Kazablanka’dan çıkmalarını sağlayacak belgeler Victor’dadır. Eski sevgilisi ve eşinin özgürlüğe giden yollarına canı pahasına kapı açarak onların uçağa binmelerine yardım edecektir.

Vakitlerden 1942, yönetmenlerden Micheal Kurtiz gelmiş geçmiş en güzel klasiklerden biri olan filmi çekmiş. Filminde Humphrey Bogart (Rick Blaine), Ingrid Bergman(Ilsa Laszlo) ve Paul Henreid(Victor Laszlo) en unutulmaz performanslarını sergilemiş ve hali hazırda devam eden İkinci Dünya Harbinin ruhunu ustalıkla yansıtmışlardır. Film özünde Hitler Almanya’sına karşı propaganda için çekilmiş olsa da aşkın fedakârlık halini yansıtmaktadır. Ilsa ile Rick’in yüzleşmesi, dillerinden dökülen her cümlenin hâlâ anlamını yitirmeyip hafızalarımıza işlenişi, sadece baş değil yan karakterleriyle de bizi içine çekip hapseden bir baş yapıt Kazablanka. Hem şahsına münhasır kısık-keskin bakışları, sigara içişindeki karizmatik eda, fötr şapkası ve uzun trençkotu ile Humprey Bogart leziz bir oyunculuk sunuyor bizlere. Replikleri, dönemin sosyo-politik durumunu yansıtışı, görünen yahut kolayca anlaşılmayan alt-metinleriyle tam bir sanat eseri.

“Ben olsam ne yapardım” diye sorgularken aşkın içine ne kadar fedakârlık sığdırabildiğine şahit olduğunuz, yıllandıkça güzelleşen, üzerine binlerce film çekilmesine rağmen sinema tarihinin “zeitgeist” kavramı ile ifade edilen “zamanın ruhunu” siyah-beyaz tavırla anlatırken kendine bir değil birçok konuyu dert edinen bu “efsane” filmden anlamlı bir replik ile veda ediyorum:

Rick: Son karşılaşmamız La Belle Aurore’daydı.

Ilsa: Hatırlaman ne güzel. Almanların Paris’e girdiği gündü.

Rick: Kolay unutulacak bir gün değildi. Her ayrıntıyı hatırlıyorum. Almanlar gri giymişti, sen ise mavi.