‘Hayat devam ediyor. Yemekler daha baharatlı, daha tuzlu, daha tatlı, daha acı. İnsan alışıyor. Asıl büyük kayıp, bazı anıların bir daha geri gelmemesi.’
2011 yılında vizyona girmiş olan, yönetmenliğini David Mackenzie’nin yaptığı dram, romantik ve bilim kurgu filmi. Başrollerinde Eva Green ve Ewan McGregor oynuyor.
Perfect Sense (Dünya Üzerindeki Son Aşk) hiç alışık olmadığımız farklı tür bir salgının dünyaya yayılmasıyla başlıyor.Salgının ilk belirtilerinde insanlar derin bir umutsuzluğa kapılıp ağlama krizlerine giriyor ardından koku alma duyuları yok oluyor. Glasgow’da bilim insanı olan Susan (Eva Green) bu vakayı inceleyip çözüm üretmeye çalışır ve iş çıkışında eve döndüğünde evinin kenarında ki restoranda şef olan Micheal (Ewan McGregor) ile tanışır.Bu ne olduğu belirsiz hastalık gitgide bütün dünyaya yayılır ve duyu kayıpları birbirinden farklı duygu patlamaları ile ortaya çıkarken,duyuların işlevsiz olduğu bir dönemde birbirlerine aşık olurlar.Filmin ilerleyen kısmında birbirlerine sevmeye devam edebilmek için duyulardan fazlasına sahip olmaları gerektiğini anlarlar.
Filmde belgesel havasında, dünyada bu hastalığa yakalanan her insanın görüntülerinin gösterilmesi,hepsinin hayatın her şeye rağmen devam ettiğini gösterme ve inanma çabaları ve buna ek olarak görüntülerin arkasında Eva Green’in açıklamaları filme daha da anlam katıyor.
Distopik bir algıda gelişen film günümüze bakacak olursak bize çok da yabancı olmayacaktır.Yaşarken insanı insan yapan bütün özelliklerin teker teker kaybedilmesini, bunun insanın yüzüne ağır bir gerçeklik olarak çarptırılmasını konu alıyor. Aslında günümüzün dünyasında kaybettiğimiz düşüncelerimizi çevreye yansıtarak oluşan kaos ve hissizlik ortamını ayrıntılı olarak yaşatıyor.Bu anlamda hayatımda izlediğim en korkunç film çünkü gerçek. içindeki aşk hikayesi o kadar imkansız ve olağanüstü ki…Bu bağlamda insanın her şeye rağmen tüm benliğini kaybedecek olsa bile birbirine muhtaç olduğunu gösteriyor.Film de Micheal koku duyusunu kaybetmeden önce Susan’a ‘keşke seni daha önce koklasaydım’ demesi aslında yapmak istediğimiz en kolay bir şeyi bile ertelememe ve o anda yapıp hayatımızı yaşamamız gerektiğini söylüyor.Çünkü asıl büyük kayıp,bazı anıların bir daha geri gelmemesi.
Filmde ki temel soru da bu ‘duyuların teker teker kaybedildiği bir dünya da aşkı hissedebilmek mümkün mü?’ filmin sonunda yönetmen bunun cevabını izleyiciye bırakmış hatta bana göre sonu ‘Inception’ gibi seyircinin yorumuna bağlı bitti.
Filmin devamını açıklamak çok spoiler olur ama tam anlamıyla bir pandemi içinde bulunduğumuz dönemde içine aşkı alan,ve her şeye rağmen yaşama arzusunu ve insanın var olan her duruma adapte olabilme sürecini tam anlamıyla anlatan bu filmi özellikle bu dönem izlemenizi kesinlikle tavsiye ederim.
‘Etraflarında olan
bitenden bihaber.
Çünkü hayat öylece
devam eder.
Öylece.’