BONES AND ALL (KEMİKLER VE HER ŞEY)

Bu yılın en çok beklenen ve konuşulan filmlerinden biri olan “Bones and All” açılışını Venedik Film Festivalinde sekiz buçuk dakikalık alkış tufanı ile yapmış olup iki ödülle birlikte dönmüştü. Geçtiğimiz hafta da ülkemizde vizyona girmesi sebebiyle kendini tekrar hatırlattı. Gerek yorumları gerekse alışılmadık konusu sebebiyle benim de ilgi odağımdaydı.

 

ARAYIŞ MI YOKSA KAÇIŞ MI?

Toplumun sınırlarında nasıl hayatta kalacağını öğrenen genç bir kadın olan Maren (Taylor Russel) ile derin ve haklarından mahrum bir serseri olan Lee (Timothee Chalamet) arasındaki ilk aşkın hikayesidir.

Maren’in insan eti yemesi ve bunun alışkanlık haline gelmesi sebebiyle düzenli bir hayatı olmamaktadır. Babası daha fazla bu durumla başa çıkamadığı için Maren’i bırakır. Gitmeden önce ona hayatını anlattığı bir kaset ve doğum belgesini bırakır. Kaset oynamaya başladığı gibi Maren’in arayış yolculuğu başlar.

Yolunun ilk durağında kendi gibi bir yiyici olan Sully (Mark Rylance) ile karşılaşır; Sully kendi dışında gördüğü ilk yiyicidir. Karşılaştıkları ilk sahneden itibaren hayvani gerilimi hissetmeye başlıyoruz. Amacı yardım etmek gibi görünse de filmin bize hissettirdikleri öyle değildir. Maren yiyicilik hakkında biraz bilgilendikten sonra oradan kaçar.

İkinci durağında kendisi gibi bir yiyici olan Lee (Timothee Chalamet) ile karşılaşır. Aralarındaki bağ Sully ile olandan farklıdır; aralarında bir gerilim hissetmeyiz. Aksine birbirini tanımaya çalışan iki insanı izleriz. Birbirleri için “acabaları” olsa da kaçış yollarını birleştirip arayışa doğru yola çıkarlar.

 

GELECEĞE İLERLERKEN NEDEN GEÇMİŞTE KALIYORUZ?

Filmde yer ve zaman kavramı açık açık belli ediliyor, sürekli bir ilerlemeyle beraber geçmişe dönük bir durumda var. Karakterlerde de bunu görebiliyoruz. Sully yaşı büyük olmasına rağmen küçük bir çocuk gibi davranıyor. Kendinden üçüncü kişiymiş gibi bahsetmesi yaptığı onca şeyin sorumluluğunu almak istememesinden kaynaklanıyor olabilir. Yaptıklarını kabullenemiyor ama yediği insanların saçlarını yanında taşıyor.

Lee ise geçmişinden kaçmak istiyor fakat ne kadar ilerlerse ilerlesin başladığı yere geri dönüyor.

 

Maren aralarında geçmişini unutmayı gerçekten isteyen tek kişi gibi duruyor, bir süre bunu başarıyor. Kaseti yok etmesinden bu isteğini anlayabiliriz.

Ancak hiçbiri asla geçmişinden kaçamıyor. Maren ve Lee yeni kalıcı bir hayat kurmak üzere yola çıkıyorlar. Arabaları sorun çıkarmaya başlayana kadar geçmişe bakmadan ilerliyorlar. Sorun ortaya çıkınca Maren, geri gidip önünden geçtikleri bir kasabada yaşamlarını kurmayı teklif ediyor. Gerilimi bu sahnede hissetmiyoruz aksine film boyunca olan en sakin ve rahatlatıcı sahne olabilir. Buraya fırtına öncesi sessizlik demek doğru olacaktır. Yeni bir hayat için geri gitmeleri, geçmiş sorunları da beraberinde getirecektir.

 

KALBİNİZİN PARÇALARINA AYRILMASI

Epik ve bir o kadar çarpıcı etkisinden uzun süre çıkamayacağınız bir final sahnesi sizleri bekliyor. Fırtına öncesi sessizlik Sully’nin gelmesi ile başlıyor. Geçmişin bırakılamaması o zamanki sorunları da beraberinde getiriyor.

Sully’nin Maren’i tanıştıkları günden beri asla bırakamaması onun gölgesi haline gelmesi, en sonunda geriye dönük yeni evlerinde ortaya çıkıyor. Ana karakterlerimizin evin içinde boğuştuğu ve içeriyi kan gölüne çeviren final sahnesinde uzun süre düşünmeme sebep olan iki olay oldu. İlki boğuşma sahnesinde gördüğümüz sahne değişimi, evin içinde kontrolden çıkmış bir kavga olurken bir anda kamera bizi binanın dışına götürüyor. Dışarısı ise evin içinin tam tersi oldukça sakin, kuşlar cıvıldıyor hafif rahatlatıcı bir rüzgâr esiyor. Evde ne yaşandığı dışardan asla anlaşılmıyor. Gerçek hayat da tam olarak böyledir, insanlar içlerinde ne yaşarlarsa yaşasınlar dışardan hiçbiri yaşanmıyor gibi görünür. İçselleştirdiğimiz her deneyim dışımızdaki dünyaya bakış açımızı da değiştirir. İkinci olay ise yapılan aşk metaforu; Lee’nin kalbinden bıçaklanması, Maren’dan onu yemesini istiyor

 

Kalbini parçalarına ayırıp kemiklerine kadar her şeyiyle yemesini istiyor tıpkı ona olan aşkı gibi.

Platon’un Şölen’inde Aristophanes insanlar arasındaki sevginin nedenini şu şekilde açıklar. Sevgi, herkesin ruh/beden ikizinin eksikliğini, yoksunluğunu giderme çabasına verilen isimdi. Herkes koptuğu yarısına kavuşmak iki yarımı birleştirip tümlenmek arzusuna düşüyordu; işte sevgi dedikleri buydu, “Yaratılışımızdaki bütünlüğü arzulamak, aramaktı”.