***Yazıda bolca sürpriz-bozan yer almaktadır***
Hissetmenin anlamaktan öte olduğu bir sinema evreninde yeni bir doğuşa ihtiyacımız olduğunda hiç şüphesiz gözlerimizi kapatıp şu sözcükleri tekrarlamalıyız: “Her şeyi bitirmeyi düşünüyorum!” Böyle de başlıyor filmine Charlie Kaufman. Ve sürekli tekrarlıyor: “Her şeyi bitirmeyi düşünüyorum.” Kimin, neyi, niçin bitirmeyi düşündüğünü bilmeden önce bir evin duvarlarından dekorlarına zihinsel monologlarla geziniyoruz. Ardından bir yol öyküsüne tanık oluyoruz. Sonra tekrarlıyoruz bir kez daha: “Her şeyi bitirmeyi düşünüyorum.”
Korku kültürüne yakın her türlü metaforu karşımıza alıp asıl korkunç olanın hayatın kendiliği olduğu bir gerçeklikte buluyoruz kendimizi. Esasında bir zihin yolcuğunda olan karakterin -bu karakterin her ne kadar en başta düşündüğümüz karakter olmadığını bilmesek de- zihninin kıvrımlarında geçmiş, şimdi ve gelecek tasvirlerinde zamanda kırılmalar yaşatıyor Kaufman. Bunu yaparken de estetize edilmiş bir bilim kurgu kıvraklığı kullanmıyor. Her şey olanca seyrinde gerçekleşiyor. Karakterlerin travmalarla dolu evreninde sinemanın klasik anlatılarından sıyrılıp kendince oyunlar oynuyor.
Filmin başlıca konusu; henüz altı haftadır beraber olduğu sevgilisi Jake’in ailesiyle tanışmak için yola çıkan Lucy üzerinden ilerliyor. Sevgilisi hakkında kendince şüpheleri olan hatta ayrılma noktasında olan Lucy, sevgilisinin enterasan ailesiyle ve sürekli tekrarladığı “her şeyi bitirmeyi düşünüyorum” mantrasıyla baş başa kalıyor. Film bünyesinde tekinsiz bir gerilim barındırıyor. Sürekli tekrar eden cevapsız aramalarda, yol boyunca ıssız arazilerin sürekli bir şeyler olacakmışçasına donukluğunda ve ikili arasında başlayıp aileye taşan diyaloglarda gergin bir atmosfer yaratılıyor. Lucy’nin arabada okuduğu şiir de hatta filmin sonuna da ulaşan “Oklahoma Müzikali”nde bile tekinsiz bir gerilim hali mevcut.Jake’in ailesinin içine girdiğimizde özellikle Toni Collette ve David Thewlis’in anne-baba rollerinde üzerimize psikozlarını zerk ederken oldukça başarılı bir oyunculuk örneği sergiliyorlar. Aile evinin içinde cevapsız bırakılan üzeri çiziklerle dolu bodrum kapısından, evin garip köpeğine kadar bir dizi tuhaflık bizi karşılıyor. Film, Lucy’nin nevrozları üzerinden ilerlese de başta anlamamızın zor olduğu ancak son için değerli olacak birkaç ipucu da önümüze koyuyor. Örneğin Lucy’nin duvara asılı Jake’in çocukluk fotoğrafına bakıp onun kendisi olduğunu söylemesi filme öylesine yerleştirilmiş bir detay değil. Bodrumda gördüğü tablolar, zamanda oluşan kırılmalar ve değişimlere uğrayan ebeveynlerin vizyonları gözümüze sokulurcasına gösterilen detaylar. Yaşanılanlar tamamen hakikatlerden ibaret! İnsanı korkutan tek şey hayatın gerçekliği! Ve bu, birinin zihinsel yolculuğu içinde vuku bulmakta. Lucy hikayenin içindeki karakterler gibi değişimlere uğruyor. Cevapsız aramalar ve kendisiyle konuşmalarında Lucy, önce Louisa’ya sonra Yvonne’e daha sonra da yalnızca “genç kadın”a dönüşüyor. Ana karakteri böyle pervasızca değişimlere uğratarak öyküyü sürekli muğlaklaştırmayı başarıyor Kaufman. Finale doğru yaptığımız keskin virajda ise her şeyin apaçıklığını görmeyi arzulayan seyirciyi birçok dağınık yapboz parçasıyla bırakıyor. Sinemada anlamaktan çok hissetmenin önemini vurgulayan Kaufman’ın filmi finale götürdüğü nokta aslında çok da şaşırtmıyor. Yine de şunu söylemek mümkün ki muğlak bırakılmış finalin cevabı son sahnelerden önce filmin tamamına yayılmış durumda.
I’m thinking of ending things, “başrol karakterinin” zihninin içinde karanlık ve komplike bir ivme kazanıyor. Filmin başında konuşmaya başlayan kişinin filmin devamında Lucy’e ait olduğunu anladığımızda belki de filmde tek oturan detayın bu olduğu yanılgısına varıyoruz. Filmin arabada geçen diyaloglarının yer yer gereksiz ve uzunluğundan şikayet edebilmemiz fazlaca olası gözükse de esasen buradaki detaylar karakterlerin zihinsel süreçlerini fazlasıyla önemseyen film için oldukça önem arz ediyor. Görece entelektüel gözüken Lucy’nin monologları ve diyalogları içten içe bir huzursuzluk boyutu sermekte. Arabanın içindeki yolculuklarda Jake’in gariplikleri bize filmle alakalı birkaç done de veriyor. Takıntılarına açılan kapıda Jake de esrarengiz bir huzursuzluk katıyor filme. Jake’in filmin son yolculuğunda daha çözümleyici detaylarla karşımıza çıktığını görüyoruz.
Filmin okul yoluna giren son geriliminde filmden tamamen bağımsız gözüken hademeyle olan ilişkisinde cevaplara adım adım ilerliyor oluşumuza inancımız da bir başka yanılgıya dönüşüyor. Jake’in anlamsız takıntısından sonra arabanın içinde Lucy ile birlikte klostrofobik bir gerilim yaşıyoruz. Karşımıza çıkan anlamsızlıklara karşı Lucy ile birlikte arabadan çıkıp cevap arayışına girişiyoruz. Okul koridorlarında gerilimli bir bekleyişe girerken her şey çok daha enterasan hale bürünüyor. Lucy ve Jake’in gençlik hallerinin filmin başında geçen “Oklahoma” müzikali eşliğindeki kusursuz dans sekansı gayret edici bir ritüel sunuyor. Film karlar altında kalıp jenerik akarken yapboz parçalarını üzerimize salıyor. Parçaları teker teker yerine oturtmak ise yukarıda da belirttiğim gibi filmin tümüne bakmaktan geçiyor. Film boyunca Lucy’nin duygu ve düşünceleriyle “Her şeyi bitirmeyi düşündüğünü” izliyoruz. Esasen Jake’in psikozları içerisinde mahsur olduğumuzu anlamak ise zorluyor. Lucy’nin okuduğu şiirin Jake’in odasındaki kitapta çıkması, bodrumdaki resimler, anne-baba’nın gençlikten yaşlılığa hatta ölüme kadar giden değişimleri Jake’in zihninde gerçekleşmiş detaylardan ibaret. Lucy ise belki de hiç var olmadı… Lucy; bazen Louisa’ya, bazen Yvonne’ne dönüşen “genç bir kadın” sadece. Yaratılmış bir gerçeklik örneğinin içinde canlanıyor. Filmin üzerimizde kurduğu sürekli gerilim o kadar güzel çerçeveleniyor ki jumpscarelerle dolu bir korku filmi beklentisi yaratıyor. Ancak asıl korkunç olanın hayatın ta kendisi olduğunu anlamak en çok anne ve babanın gençlikten ölüme giden yollarında dramatik etkisiyle sunuluyor. Film biterken de bu sefer izleyiciye tekrarlatıyor: “her şeyi bitirmeyi düşünüyorum!”
Filmde rol alan her oyuncu maksimum düzeyde bir performans sergilemeyi başarıyor. Uzun, bazen de sıkan diyaloglara rağmen finale ulaşmayı arzulatan bir hal alıyor her şey. Jessie Buckley ve Jesse Plemons harika bir çift portresi oluşturuyor ve filmin meçhule girdiği yolda usta oyunculuklar sergiliyorlar. Sinematografi konusunda da teknik kusursuzluklar izleyici olarak göze hoş enstanteneler sunmakta. Filmin özellikle 1.33: 1 çerçevede yaratılması seyirciyi kapana sıkıştırıyor. Gerek açılarıyla gerek mizanseniyle her şey olması gerektiğinden bir gömlek daha iyi.
Filmografisinde zekice yazılmış filmler barındıran Kuafman, Being John Malkovich ve Eternal Sunshine of the Spotless Mind kadar olmasa da bu filminde kendisini iyi bir konuma tekrardan sokuyor. Iain Reid’ın aynı isimli romanından uyarlanan film, romanı kadar fazla gün ışığı sunmasa da bu yılın en iyi yapımları arasında şimdiden yerini alacağa benziyor.Bu gerçeküstücü tuhaf deneyimde Charlie Kaufman, “her şeyi bitirmeyi düşünüyorken” aslında her şeyi yeni baştan yaratıyor. Geriye de zihinsel ve görsel bir şölen bırakıyor…
Faydalanılan Kaynaklar: