“Hiç insan kalbi gördün mü? Kanla sarılmış bir yumruk gibi görünüyor!” 

İnsan ilişkilerini özellikle de aşkı tüm gerçekliğiyle, bir yandan da can acıtarak olduğu gibi sunan bu film, acımasız diyaloglarıyla ve Clive Owen, Nathalie Portman, Jude Law ve Julia Roberts’ın oyunculuklarıyla birleşince izlenmesi gereken filmler listesine giriyor. Film; Oscar, BAFTA, Emmy, Altın Küre, Tony ve Grammy ödüllerinin hepsini kazanmak gibi ilginç bir başarıya da sahip. İlişkiler hakkında kendimize söylemekten sıkça kaçındığımız, bildiğimiz fakat yüzleşmeye pek de cesaret edemediğimiz düşünceleri çekinmeden yüzümüze delici bir şekilde vuruyor.

Yönetmen Mike Nichols’un yönetmenliğini yaptığı ve Patrick Marber’ın bir tiyatro oyunundan uyarlanmış Closer; ikili ilişkileri belki de şimdiye değin hiç ele alınmadığı farklı noktalardan göstermeye çalışan bir film. Hikaye birbirleriyle tesadüfler ışığında tanışan iki çiftin zaman içinde birbirlerini de kapsayan ilişkileri etrafında şekilleniyor. Yönetmen diyalogları ve duyguları çok iyi işlemiş, izlerken her bir karakterle istemeseniz de empati kurup ayrı ayrı rahatsızlık duyuyor insan. Aldatanın aldanan, aşık olanın saplantılı, haklı olanın haksız ve nefret edenin aşk dilenen durumuna düşmesi çok güzel resmedilmiş. Film, önceden çok rahat tahmin edilebilen filmler gibi değil, olaylar beklenmedik bir biçimde ilerliyor.

Uzun süredir fazlasıyla romantik olduğunu düşündüğümden izlemeyi sürekli ertelediğim bir film olan Closer’da ne vıcık vıcık bir romantizm ne de platonik aşıklar karşıladı beni. Film için tanımlama yapmakta biraz zorlansam da hem kaba hem de nazik olduğunu söylemem doğru olur sanırım. Hem olabildiğince insancıl hem de insan dışı. Hayat da gerçekler de, o kadar toz pembe değili gösterip, her duyguyu olabildiğince sıradanlaştırıyor.

Filmin hemen hemen her sahnesi size bir hesaplaşma yüklüyor. Diyalogların çok net, ortamların sakin olması tam benlik bir durum. Diyalogların çoğunda müzik yok, olanlarda ise ortamda çalan müzikler var. Bunların dışında ise bizi Damien Rice’ın The Blower’s Daughter’ı karşılıyor ki zaten her şey o ağır çekimde birbirine yaklaşmakta olan Alice ve Dan ile başlıyor. İnanılmaz sevdiğim bir şarkının hem başta hem de sonda çalması ise filmi zor unutacağımın kanıtı oldu. Ayrıca filmde ilişkilerin en kritik dönemlerini görüyoruz. Yani sadece başlangıçlar ve bitişler. Belki de her şey bundan ibaret zaten.

Yabancı kelimesi film boyunca birkaç kez tekrarlanıyor. Örneğin Alice’in Dan’a ilk sözleri: “Merhaba yabancı”. Anna yabancıları fotoğraflıyor, Dan ise ona “ben yabancı mıyım?” diye soruyor. Belki de hepimiz, bir şeylere hep bir yabancı olarak kalıyoruzdur.

Hangi ruh halinde izlediğinize bağlı olarak görüşünüzün değişebileceği ama şans verilmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum. Anılarınızı hatırlayabilir, aslında ne kadar kırılgan ya da kırıcı olduğunuzu hatırlayabilirsiniz. Diğer bir ihtimal ise benimle alakası yok bunlar nasıl insanlar diyebilirsiniz.. O kadar değişken yani. Dört karakterin zaman geçtikçe birbirlerine dönüşmesini izlerken, önce çok yabancı gelse de, hepsinin oldukça tanıdık duygular olduğunu anlamak uzun sürmüyor.

Belirtmeden edemeyeceğim ki, filmin afişi çok kötü hazırlanmış. Daha ne kadar kötü olabilirdi düşünmek istemiyorum.

Özetle film, biraz umut kırıcı bir şekilde sonlanıyor. Aldatmak belki affedilebiliyor bencillik ve kararsızlık affedilmiyor teması ile kalakalıyoruz.