Sundance Film Festivali seçkisinde yer alan ve IndieWire tarafından 2022’de En İyi İlk Uzun Metraj Film adayları arasında gösterilen Jane Schoenbrun’ün We’re All Going to the World’s Fair’i (Hepimiz Dünya Fuarına Gidiyoruz), yakın zamanda MUBI Türkiye’de yayına girdi. Schoenbrun’ü çoğu kişi gibi I Saw the TV Glow ile keşfetmiş, ardından kendi sinema dilini kurma cesareti karşısında heyecan duymuştum. Filmlerinde kendime dair çok şey bulduğum ve kendi anlatısını yaratma biçimiyle beni en çok heyecanlandıran son dönem yönetmenlerinden biri. Daha ilk filminde tuhaflığını gösterebilmesi, onun cesur tavrının işareti. Tipografi, renk paleti, müzik ve atmosferdeki hâkimiyetiyle “bu benim filmim” diyen bir yönetmenle karşı karşıyayız.

Film, “dünyanın en korkunç oyunu” olduğu iddiasıyla dolaşan çevrimiçi bir meydan okumaya katılan genç bir kızın hikâyesini anlatıyor.Karakterin oyuna katılma nedeni, korku filmlerine duyduğu ilgi ve onların içinde yaşama arzusu. Oyunun kuralı basit: katılımcılar günler boyunca yaşadıkları semptomları videolar aracılığıyla paylaşmalı. Daha en başından bir dönüşüm sürecine tanık olacağımız hissediliyor.

Karakterin paylaşımları ve diğer oyuncuların deneyimleri; beden algısının kaybı, yabancılaşma ve dönüşüm temalarını öne çıkarıyor. Bu, Schoenbrun’ün sinemasında daha sonra da karşımıza çıkacak meselelerin ilk yansımaları. Ayrıca karakterin dijital dünyayla kurduğu bağlar dikkat çekici: korktuğunda ASMR dinlemesi ya da videolar aracılığıyla başkalarıyla iletişim kurması, gerçek hayattaki yalnızlığının bir sonucu olarak okunabilir. Yüz yüze iletişimde zorlanan ama sanal ortamda daha açık ve filtresiz olan gençlerin sancılı büyüme hikâyesi filmde merkezde duruyor.

Karakterin bedeninin ve zihninin yavaş yavaş “ele geçirilmesi” metaforunu çözmek için kendini kameraya kaydetmesi, özellikle Z kuşağının olabilecek dijital kullanımlarının diğer jenerasyonlardan farklılığını yansıtan güçlü bir tercih. Video günlükler, filmin korkutuculuğunun başrolü; Yönetmen “buluntu görüntü” ve korku sinemasındaki ‘’gizli kamera’’ estetiğine selam çakıyor. Bu noktada Paranormal Activity serisine film içinde gerçek bir referans verildiğini de söylememiz gerekiyor. Anna Cobb’un ilk sinema filmindeki performansı da filmin en öne çıkan unsurlarından biri. Neredeyse filmin tamamında yer aldığı zorlu bir rolün altından başarıyla kalkıyor.

Hikâye ilerledikçe oyunun değil, karakterin yalnızlığının onu dönüşüme sürüklediğini görüyoruz. Kurduğu tek bağ, göremediği insanlara kaydettiği videolar. Geri dönüş alması ise karşı tarafın ne kadar endişelendirdiğine bağlı. Yalnızlığının en keskin yansımalarından biri de çocukluğuna ait bir oyuncağı parçaladığı sahne. Bu an hem geçmişine hem de yalnızlığına duyduğu öfkenin dışavurumu; aynı zamanda bir yardım çığlığı olarak okunabilir. İzleyici bu noktada karakter adına endişelenmeye, işin kendine ya da başkalarına zarar vermeye varabileceğini düşünmeye başlıyor.

Film burada tonunu değiştiriyor: Tecrübeli bir oyuncu rolünden sıyrılarak aslında bir MMORPG’nin (Çevrimiçi Çok Oyunculu Rol Yapma Oyunu) içinde olduğumuzu dile getirerek ona gerçek bir uyarıda bulunuyor. Böylece hikâye biraz yavaşlıyor ve internet çağında gençliğin “gerçekleri” üzerine konuşmaya başlıyoruz. Bu sahne, gençlerin çevrimiçi dünyalara ne kadar kapılabileceklerini göstermesi açısından önemli. Aynı zamanda yetişkin bir erkeğin gençlerle sanal ortamda kurduğu iletişimin ne kadar tekinsiz olduğunu hissettiren bir an.

Başkarakterin “ortadan kaybolma” arzusu ise, sanal dünya dışında varlık kuramayan bireylerin oradan da silinme isteğinin sembolik bir karşılığı. Schoenbrun, oyun ve kurmaca evrenlerle gerçek hayat arasında yine oyunbaz bir ilişki kuruyor ve bu dengeyi başarıyla koruyor.

Düşük bütçeyle çekilmiş We’re All Going to the World’s Fair, internet çağında büyümenin, yalnızlığın ve seyirci kültürünün etkilerini çarpıcı bir şekilde anlatıyor. Hem korku türünden beslenmesi hem de genç kuşağın sanal dünyada kurduğu bağları işleyişiyle özgün bir ilk film.