Her ne kadar milenyum öncesi filmlerin prodüksiyonlarını büyük oranda beğenmeyen bir kişi olsam da 1969 yapımı bu film beni bir hayli etkiledi. Film o yıllarda çekilmiş diğer filmlere nazaran sinematik anlamda çok şey sunuyor izleyicisine. Gerek sahne geçişleri gerek çekim teknikleri gerekse kullanılan görsel efektler, bu zamana kadar izlediğim eski yapım filmler arasında en iyisiydi diyebilirim. İzleyiciyi hiçbir zaman filmin hikayesinden kopartmadan, gayet akıcı bir anlatıyla çekilen bu filmde kullanılan müzikler de gayet iyi seçilmiş. Başrollerini Jack Nicholson, Dennis Hopper ve Peter Fonda gibi usta oyuncuların paylaştığı bu harika yol filmi, bağımsız sinemanın en önemli örneklerinden bir tanesi. Hal böyleyken, oyunculuğun, prodüksiyonun, anlatının bu kadar ustaca kullanıldığı bir filmi beğenmemek pek mümkün değil. Nitekim film Dennis Hopper’ın ilk filmi olma özelliği taşımasına karşın Cannes’da Altın Palmiye’ye aday gösterilmiş, Best First Work kategorisinde ödül almıştır. Aslına bakacak olursak film izleyicisine sinemasal anlatıdan çok daha fazlasını vaat etmektedir. Film boyunca dikkat çekilmek istenen şey filmin nasıl teknikler kullanılarak çekildiğinden daha çok hangi değerleri taşıdığıdır. Zira filmin ve çekildiği dönemin derin bir okumasını yaptığımızda 1960-70 dönemi Amerikan toplum ve devlet yapısının yansımalarına çok net bir şekilde rastlayabiliriz. Kendi penceremden baktığımda ise filmde benim ilgimi ve beğenimi çeken en temel şey temiz prodüksiyon işçiliğinin yanı sıra filmin üzerinde durduğu değerler bütünüdür. Şimdi gelelim bu değerlere.
Yazımda filmin baştan sona uzun hikayesinden bahsetmeyeceğim. Ancak filmde yaşanan bazı çarpıcı olaylara da değinmeden edemeyeceğim. 1.30 saatlik bu filmin sonunda filmi tek kelimeyle anlatacak olsaydım eğer kullanacağım tek kelime özgürlük olurdu. Özgürlük diyorum çünkü o dönemin Amerikan sinemasında ve toplumunda karşımıza çıkan en yegâne kavram da yine aynı şekilde özgürlük. İşin siyasi boyutuna girmeden söylemek istediğim tek şey 1960’lı yıllarda başladığı görülen, Avrupa ve Amerika’da 69’lara kadar süren gençlik ve özgürlük hareketinin sadece basit bir gençlik hareketi ve protesto olarak algılanmamasıdır. Böylesine sistematik bir hareket ancak birlikte yorumlanabilir. Nitekim özgürlük hareketi, sanattan, spora toplumun pek çok alanını yapısal olarak derinden etkilemiştir. Bu noktadan filme ve yönetmen Hopper’a bakacak olursak, toplumsal bir dönüşüm olarak sayılan böylesine politik bir hareketi işlemesiyle son derece cesur ve yaratıcı olduğunu söylesek yanılmış sayılmayız. Yapılmamış şeyleri yapmak, söylenmemiş veya bir şekilde söylenemeyen şeyleri söylemek her zaman için zordur. Yönetmenimiz ise böyle bir zorluğun içine dalarak, ortaya son derece temiz bir işçilik çıkartmıştır. Böylelikle hem sinematik anlamda hem de toplumsal anlamda pek çok şeyin öncüsü olmayı da başarmıştır.
Film motosikletleriyle Amerika’yı gezen, uyuşturucu bağımlısı, iki Amerikan hippisinin yol maceraları etrafında kurulmuştur. Daha filmin en başında gösterilen, motosiklet-uyuşturucu-yolda olmak-hippi tarzı gibi metaforlar izleyiciye direkt olarak özgürlüğü ve aykırılığı çağrıştırmaktadır. Buradan da yola çıkarak yönetmenin, filmin hikayesinden bahsetmeden sadece kurgusal olarak dahi değinmek istediği şey çok açıktır. Filmde, uyuşturucu satarak kazandıkları parayı Amerika’da harcamaya karar veren iki hippinin ‘özgür’ olabilme ve geleneksel yapıyı zedeleyip kendi bakış açılarını aktarma çabaları anlatılmaktadır. Bu çabalar, özgürlükler ülkesi olarak görülen Amerika’nın bireysel özgürlüğe gösterdiği tahammülsüzlüğe karşı duyulan tepkinin yansımalarıdır. Film, 1960’larda Amerikan gençliğinin yaşadığı başkalaşım ve gençlerin kendini arayışlarını, inançlar ve dini etkileşimlerini, ölüm kavramına bakışlarını ve de özellikle hippi idealizmini bir değer olarak edinmiş ve bunları hassas bir şekilde izleyiciye sunmak istemiştir.
İnternette o döneme ait filmler hakkında ufak bir okuma yaptığımda, özellikle 1969 yılında çekilmiş filmlerin tamamında ana kahramanların öldürüldüğüne rastladım. Bazı okumalarda bu durumun bir tesadüf olmadığından, Amerika’da özellikle 1960’lardan itibaren hemen her alanda ve anlamda süratle tırmanan özgürlük taleplerinin muhafazakâr yapı karşısındaki direniş ve ilerlemesinin 1969 yılında sinema alanında da kristalize olduğundan bahsedilmekteydi. Kendi açımdan Easy Rider filmine baktığımda da bu yorumun ne kadar doğru olduğunu anlıyorum. Zira film boyunca karakterlerimiz, Amerikan toplumu (özellikle muhafazakâr kesim) tarafından dışlanan, ayıplanan ve her türlü sözlü/fiziksel şiddete maruz kalan bir görüntü içerisindedir. Muhafazakarlara göre Amerikan insanı, düzenli yaşantısı olan, Amerikan toplum yapısındaki alışılmış erkek veya kadın formuna sahip, bir yaşam tarzı içerisinde olmalıdır. Easy Rider filmi tam da bu noktada alışılagelmişin dışına çıkarak tüm tabuları yıkma ve gelenekselin karşısında durma konusunda kararlı bir duruş sergilemektedir. Film, gençlik hareketlerinin, o zamanlar için geleneksel tabanda bir tür deprem etkisi yaratan yaşam tarzlarının, müzik ve kıyafet tercihleri ile tavır, duruş ve davranış eğilimlerinin gösterimidir. Bu toplum tarafından kabul görmeyen gençlik grupları ülkenin dört bir yanında her anlamda (sosyal/fiziksel) ölüm kalım mücadelesi vermektedir. Vermek istedikleri mesaj biz varız ve tam da buradayızdır. Yaşam tarzlarıyla, kılık kıyafetleriyle, dinledikleri müziklerle, ortaya çıkarttıkları birbirinden farklı gençlik akımlarıyla, politik bakış açılarıyla, vs. daha nice farklılıkla birlikte yeni bir dünya düzeni yaratma arzusundadırlar.
Özgürlüğe ve egemenliğe ilk olarak kendi bedenleri üzerinden başlamak isterler. Bunun için de kendi sınırlarını kaldırmak adına uyuşturucu, alkol gibi çeşitli maddelere başvururlar. Baktığımızda bu aykırı olma durumu, bazı noktalarda aşırılığa kaçabilen bir hal de alabilmektedir. Her toplum, içinde bulundurduğu bireylerin birbirileriyle daha uyumlu bir şekilde yaşayabilmesi için çeşitli kurallara ve sınırlamalara ihtiyaç duymaktadır. Bu gençlik grupları temelinde sınırlamaları ve dolayısıyla uyumu reddeder. Dolayısıyla gençlik gruplarının bu aykırı yaşama arzuları ister istemez geleneksel yapıya bir tür başkaldırı niteliğine büründüğünden bariz bir çatışma alanı da doğurmaktadır. Yönetmen, Easy Rider filmini gençlik grubu ile geleneksel yapının çatışma alanının içinde konumlandırır.
Filmi izlerken karşımıza çok fazla sembol, isim, vb. metaforlarla çıkmaktadır. Tüm bunların dışında karakterler arası diyaloglar da bazı noktalarda üstü kapalı şekilde geçiştirilmiştir. Buradan da anlayacağımız şey filmin anlam ve değerler olarak çok sağlam bir temele dayandığıdır. 1960 ruhunu yansıtmak açısından deyim yerindeyse kusursuz bir film olmuş. Karakterlerin eşyaları, çalan müzikler, ikili diyaloglar, uyuşturucu kullanımı sonrası her seferinde ortaya çıkan farklı sohbet, kamera hareketleri, filme giren çıkan karakterlerin zamanlamaları, filmi birbirinden ayrılmadan incelenmesi gereken bir bütün haline getirmiştir. Hele ki sonlara doğru lsd kullanımından sonra ortaya çıkan sahne beni deyim yerindeyse mest etti diyebilirim.
Sonuç olarak her şeyin bu kadar yerinde ve zamanında işlendiği, mükemmel oyunculuk, mükemmel kurgu, mükemmel senaryo ve mükemmel yönetimin olduğu bir film dünya sinema tarihine de adını altın harflerle yazdırmış bugün dahi bir klasik olarak anılır olmuştur.