Bazı filmler vardır ki, aniden yollarınız kesiştiğinde bile kafanızı çeviremez, kilitlenir kalırsınız ekrana. Konular klişe, temalar benzerdir ancak yine de yerleri ayrıdır. İşte The Bodyguard tam da onlardan biri. Mick Jackson’un yönetmenlik koltuğuna oturduğu bu filmde, günümüzün şapka çıkartılan usta oyuncusu Kevin Costner ve “Melek Sesli Kadın” olarak anılan Whitney Houston başrolü paylaşırlar.
Tabii bir de Whitney’in hala dilimize pelesenk olma yetisini sürdüren müthiş şarkıları…
Filmimiz, geçmişte gizli serviste başarılı bir ajan olan Frank Farmer’ın (Kevin Costner) tehdit mektupları alan ünlü pop yıldızı Rachell’i (Whitney Houston) koruma göreviyle işe başlar. Başta mektuplardan haberdar olmayan, oğlu ve kız kardeşi ile beraber yaşayan Rachell bir korumanın kendine yeterli olacağını, ikinci olan Frank’ın çok soğuk, kendini beğenmiş ve evinin huzurunu bozan bir adam olduğunu düşünür. Bu yüzden Frank’e küçük bir kız çocuğu gibi davranır ve işlerini zorlaştırır.
Frank ise maddi açıdan iyi olduğu için bu görevi alan, Rachell ve çevresindeki çalışanların rahat tavırlarını görünce işi defalarca bırakmayı düşünen ve görevini çok ciddiye alan bir adamdır. Devasa büyüklükteki villada güvenliğin oldukça zayıf olduğu gerekçesiyle –bunu binaya girerken şoföre kendini Edison diye tanıtması, evin hizmetlisine ise Henry Ford diye tanıtmasına rağmen sorgulamamalarından anlayabiliriz– onlarca kamera, alarm taktırır. Çevrenin görüşünü zorlaştıran ağaç dallarını kestirir ve odalara demir taktırır. Özel alanına müdahale ettiği için ona daha da bilenen Rachell, ani kararla bir barda konser vermek için yola çıkar. Konser salonunun kulisinde tehdit mektuplarından birine denk gelen Rachell, daha önce de böyle mektupların geldiğini ancak korkmaması için çevresindekilerin ondan sakladığını öğrenir. Üstelik mektuplardan biri yatak odasına bırakılmıştır. İşin ciddiyetinin farkına yavaş yavaş varan Rachell, oraya geldikten sonra konseri iptal edemez ve birkaç şarkı söylemek için sahneye çıkar. Bu esnada dengesini kaybeder ve hayranların üzerine düşer. Frank taciz ve şiddet dolu ortamdan onu en kısa yoldan uzaklaştırır.
Tüm bunların ardından Frank’in yanında güvende hisseden, rahatça uyuduğunu fark eden Rachell, aşık oluyordur. Hislerini Frank’e şu cümlelerle ifade eder:
“Bir akşam çıkmak istiyorum, bir adamla. Bilirsin, randevu gibi. Ama kimseyle buluşamam çünkü sen her an benimle bulunmak zorundasın. Yani beni evine davet ederse ne olacak, sen de mi geleceksin? Öyleyse aklıma gelen tek çözüm beni senin randevuya çıkarman, tabii istersen.”
Ertesi gün sinemaya giderler, yemek yerler, saatlerce sohbet ederler ve dans ederler. Dans müzikleriyle ilgili aralarında geçen konuşma trajikomiktir çünkü bu şarkı filmin sonunda Whitney’in konserinde söylemek için seçtiği şarkı olacaktır:
–Kovboy şarkısı falan mı bu?
–Evet…
–Çok moral bozucu, sözlerini dinledin mi?
–(Frank biraz şarkıyı dinledikten sonra gülerek) Evet, öyleymiş. Birinin diğerini terk ettiği şarkılardan biri bu da.
Geceyi Frank’in evinde geçirirler ancak sabaha dek uyuyamayan Frank sabah farklı biri olarak uyanır. Filmin başında da söylediği gibi aşkla işi birbiriyle karıştırmamalıdır. Müşterisini korumak zorundadır ve onunla yakın olduğu taktirde işinde olan dikkati dağılır. “Seni böyleyken koruyamam” diyerek Rachell ile ilişkisini sonlandırır.
Bu durumdan rahatsız olan Rachell tekrar eskisi gibi vurdumduymaz tavırlarına devam ederek Frank’in işini zorlaştırır. Frank işten ayrılmak üzereyken Rachell’e sapığı tarafından gelen telefon, pişmanlığının tetikler ve özür dilemesini sağlar. Frank artık ipleri alına alır ve Rachell ve oğlu için güvenliği üst düzeye çıkarır ancak Rachell’in Oscar Ödülleri’nde “en iyi aktris” ödülüne aday ve potansiyel sahibi olması ihtimali her şeyi bozar. Bu katilin emeline ulaşması için kullanacağı yegane yol olacaktır.
Ödülünü alacağı sırada katili fark eden Frank, Rachell’in önüne geçerek kurşunların hedefi olur, yaralanır ancak buna rağmen yine de katili öldürür.
Hemen ardından gelen sahne Rachell ve oğlunun uçağa binmek üzere kolu sargılı Frank ile konuşmasından oluşur. Frank işi bırakır, Rachell ise başka şehre taşınır. Uçak hareket etmek üzereyken durduran Rachell, koşarak gider ve Frank’e son kez sarılıp öper.
Ve bana göre filmin en kıymetli sahnesi, bir zamanlar Frank ile dans ederken dalga geçerek bahsettikleri şarkı olan “I Will Always Love You” yu söyleyerek filme son veren Rachell olur.
Günümüz basmakalıp aşk filmlerinin babası niteliğindeki Bodyguard’ın yıldızı Kevin Costner, soğuk tavırları ancak her an gözünü sevgilisinin üzerinde bulundurması, alkolü mesleği gereği asla kullanmaması, kontrolcü tavırları ile gerçek bir korumaymışçasına size güven verir ve oyunculuğu ile film bitimi sonrası pek çok salonda alkış tufanına tutulduğu söylenir.
Whitney’in ten renginin, sevimli mimiklerinin ve her şeyden önce aralara çerez gibi serpilmiş müziklerinin damakta bıraktığı tadın ardından, kendinizi filmden hemen sonra “I Have Nothing” dinlerken bulurken, filmin sonunun neden böyle olduğuyla ilgili soru işaretleriyle baş başa kalıyorsunuz.
Ama her şeyden önce; tevafuk ettiğiniz taktirde kanalı değiştirmeyeceğiniz hatta gözlerinizi ayırmadan seyredeceğiniz, “I Will Always Love You” yu bir başkasından duyduğunuzda buruk tebessümle size anımsatacak olan “The Bodyguard”; gününe fazla bir film olurken, bugüne ise nostaljik yolculuk ve zamansız şarkılarıyla damga vurmaya devam edecek gibi görünüyor.
Sözlerime yazı boyunca dilimden düşürmediğim, büyüleyici bir şarkıyla son vermek isterim:
“Share my life, take me for what I am. Cause I’ll never change, all my colors for you.”
“Hayatımı paylaş, beni olduğum gibi kabul et. Çünkü asla değiştiremem senin için tüm renklerimi.”