Wong Kar-Wai, tarzı kimseye benzemeyen bir sinemacıdır. Yönetmenin filmlerinin tümü, duyguların yankılarını değil, kendilerini ele alır. Tsui Hark, John Woo, Kirk Wong gibi Hong Konglu birinci kuşak usta yönetmenlerin ardından gelen kuşağı tanımlamak için kullanılan “Hong Kong İkinci Dalga”; sinematografinin ve kurgunun stilize edildiği filmleri içeren bir akımdır. Bu kuşağın en bilinen yönetmeni Wong Kar-Wai ise Kanton Hong Kong’unda büyümüş Şanghaylı bir çocuk olarak, 1960’larda yerinden edilmiş olmanın acısını birebir çekmiştir. Bu yabancılık hissini karakterlerine ve hikâyelerine de çok başarılı bir şekilde aktarmıştır.
Film “Her geçen gün insanları geçmişte bırakıyoruz, bazıları hiç tanışmayacağımız, bazıları ise çok iyi arkadaş olabileceğimiz insanlar..” sözüyle başlar ve Hong Kong’un neon ışıklı, kalabalık sokaklarında devam eder. Filmde, isimleri bile olmayan sadece kod numaraları bulunan (223 ve 633) iki ayrı polisin yalnızlık içeren hikayeleri anlatılır. İki ayrı insan; aslında aynı adımlarla ilerleyen, aynı yerlerden geçen ve aynı duyguları hisseden. Her şeyin bir son kullanma tarihi olsa da, insanların ellerindekinin kıymetini bilmemeleri ve gözlerinin önündekini sürekli es geçmeleri üzerine, hissetmek üzerine, farklı bir film. İlk yarısında sevgilisinden ayrılan ve bu ayrılığın üstesinden gelemeyen bir polis memuru olan 223’ün hüznünü ve çaresizliğini izlerken, ikinci yarıda da sevgilisinden ayrılan ve benzer bunalımlı ruh haliyle bir diğer polisin, 663’ün hikayesinin bir parçası oluruz. Ve bu iki hikâye, bir şekilde ortak noktalarda kesişir.
Chungking Ekspres, Hong Kong’un kalabalığında birbirlerine 0,01 santimetre yaklaşsalar da bir türlü temas edemeyen depresif insanların hikayesidir. Biriktirilen ananas konservelerinin, duygu yüklü havluların, dengesiz sabunların, azarlanan oyuncakların ve gözyaşı döken evlerin olduğu bu film, ünlü yönetmen Quentin Tarantino için de özel bir yere sahiptir. Tarantino onu, 1994’te Pulp Fiction için bulunduğu Stockholm Film Festivali’nde bu filmiyle tanımıştır.
İlk hikayede gerilimin arttığı sahnelerde karışık arka planlı alanlarda detayların koşarken birbirine girmesi, sarı peruğu ile girdiği her ortamda gözümüze hemen çarpan kadın figürü, rengarenk CD’ler, kırmızı sarı tonlar; ikinci hikayede paylaşılan çekingen hislerin bazen tezgahın bazen polisin kasketinin altından izleyene yavaşça sızması.. Yönetmen izleyiciye zaman atlamaları aracılığıyla zamanın varlığını ve geçiciliğini hissettir.
Aşk tanımını bile zaman üzerinden yapan Kar-Wai “2046” filminde şöyle der: “Aşk, bir zamanlamanın tanımıdır. Er ya da geç doğru insanla karşılaşmak değildir.” El kamerası ile gezdiği sokakları ve takip ettiği karakterleri ani bir kesmeyle izleyiciden kopartarak onlara bir film izledikleri gerçeğini hatırlatmayı ve onları öyküden kopartmayı sever. Sinematograf Christopher Doyle ile çalışmakta, her karesi durdurulup dakikalarca izlenecek kompozisyonlar yaratmaktadır. Bölünmüş ekran (split screen) ile ayrı dünyaların insanlarını ayırır.
Yaşamımız süresince farkına varalım veya varmayalım sadece kendimizi bulmanın peşindeyizdir fakat bu hiç kolay değildir. Bütün eylemlerimiz, hatalarımız, doğrularımız kendi. Kurduğumuz tüm ilişkiler de buna dahildir. Dostlarımızdan, sevgililerimizden ve ailemizden asla ayrılmak istemeyiz. Tüm insanlar sevdiklerinde bir ben var eder. Yani aslında, vazgeçmekten korktuğumuz ne ailemiz, ne dostlarımız ne de sevgilimizdir. Vazgeçmekten korktuğumuz asıl şey bu insanlarda yarattığımız benliktir.
“Birisini tanımak onu elde tutabilirsin anlamına gelmez. İnsanlar değişir. Birisi bugün ananası sever ama yarın başka bir şey sevebilir.”
Kaosun ortasına düşen, insanlara, nesnelere yetişmeye çalışan kamera dar alanda müthiş görüntüler çıkarmıştır. Modern hayat tam olarak budur işte. Kesişen hayatların, zıt karakterlerin birbirini bulmasını, tuhaf tesadüfleri ve hayatımıza giren herkesin bir şekilde geleceğimizi belirlediğini her sahnede gösterir Kar-Wai.
Kar-Wai sinemasının odak noktasında ise aşk vardır. Ama bu aşk, hayal kırıklıklarının, hatıralarının, unutuluşun ve korkunun aşkıdır. Yönetmen mekanları karakterleştirmesiyle, “an”ı gösterirken sessizliğe bürünmesiyle, ağır çekimle ve olağanüstü şarkı seçimleriyle filmlerinde şiirsel bir dil yaratır.
Film boyunca her karakter unutmanın bir yolunu arar. İlk hikayedeki karakter unutmak için yağmurda koşar, dediği gibi ağlamanın önüne geçer belki ama yaşadığı acıyı hissetmemiz için ağlamasına gerek kalmaz. Faye ise yüksek sesle müzik dinleyerek düşünmekten alıkoymaya çalışır kendini. Oysa o gürültünün içinde yine düşündüğü aradığı tek şey “o” değil midir? Karakterler hep hatırlamamak için uğraşsalar da bozuk bir plak gibi takılı kalmışlardır…
İnancımız sarsıldığında neye inanırız? Kime gidebiliriz ki kendimizden başka.
Wong Kar-Wai’nin ilk filminden itibaren müzik kullanımında farklı bir yerde durduğu aşikardır. Düşük bütçe ve el kamerasıyla kısa sürede bir başyapıt yaratmayı ancak Kar-Wai başarırdı.
Filmde Faye Wong’ daki o çekimser ruhu ne kadar benimsediysem yine Zhiwu’nun acısını geçiştirmek için koşmasında da bir o kadar kendimi gördüm. Bu filmden sonra muhtemelen çiçeklerimle ve eşyalarımla daha çok konuşacağım, bulaşık bezini sıkarken de uzaklara dalacağım…
…ve aynı şarkıda dediği gibi:
it’s not everyday we’re gonna be the same way
there must be a change somehow (*Dennis Brown-Things In Life)