Krzysztof Kieslowski sinemasının temeli Tarkovsky’nin sineması gibi duygulardır. Hayatımızda hep var olan hissettiğimiz ama tarif edemediğimiz duygular. Bazen nedenini bir türlü bulamadığın kalbine çöken karanlık ya da seni dibe çeken yük gibi. Bazı özel kişilerle aranda anlam veremediğin bir bağ olması gibi. Ansızın onu düşünürken telefonun çalması, arada mesafeler varken farkında olmadan ortak hislerde buluşmak gibi. Zor bir film. Acı çektiren, suyun dibine batırıp çıkaran ve sonra bir daha batıran, boğan bir film. İçimizden bazen geçen “yalnız olmadığımız” hislerini en iyi anlatan yapıt.

“Diğer filmlerime göre daha mistik” diyor Kieslowski bu filmi için. Filmi unutulmaz kılan müzikleri Zbigniew Preisner’in besteleridir. Her dinlediğimde zaman ve mekan kavramını unutturan, müziğin âzâde bir dili olduğuna her dinlediğimde tekrar inandığım besteci. Müzik, evrensel bir görselliği olan hayati bir kaynak. Onun müziğini dinlerken, sanki şimdiye kadar yaşamış tüm insanların hissettiği hüzünlerin en saf hali hissedilir.

Kieslowski büyülü renk dünyasına “Renk üçlemesinden” önce 1991 yılında adım bu film ile adım atmıştır.

Kieslowski ‘nin yeşilimsi-sarımsı renkleri, ufak ayrıntılardan hikayesini oluşturması, anlattığı insan manzaraları,hüznü sizi etkisi altına alır. Her şey olabildiğine masalsı hislerle, seslerle ve görüntülerle örülmüş gibidir. Hiç olmayan bir zamanda, belki de hiç var olmamış gibi.

Filmde, biri Fransa’da diğeri Polonya’da yaşayan, görsel olarak ikiz denilebilecek kadar aynı olan ama birbirlerini tanımayan iki genç kadının hayatı anlatılıyor; Weronika ve Véronique. Bu iki genç kadın birbirlerinden haberleri olmasa dahi ruhsal açıdan birbirlerine bağlılar.

Weronika Polonya’da babasıyla yaşayan bir öğrencidir. Piyano eğitimi almıştır. Sesi çok güzeldir, çok yeteneklidir ve müzik alanında büyük bir kariyere sahip olma şansı vardır. Bir yandan da içten içe “Yalnız olmadığını” hissetmektedir. Anlam veremediği, adını koyamadığı, somutlaştıramadığı bu duygu onu zaman zaman durgunluğa itmektedir. Weronika kalbinde rahatsızlık hissetmektedir ancak bunu önemsememekte ve müzik tutkusunun getirdiği heyecana kendini bırakmaktadır. Müzik için başka şehre taşınmıştır, neşeli ve hayat dolu bir genç kadın da olsa kalbinin ona verdiği tehlike sinyallerini, ölüm ihtimalini bile görmezden gelmiş, hedefine kilitlenmiştir.

Polonyalı Weronika hem kendi bedeninden, hem de çevresinden gelen işaretlere aldırmaksızın sahneye çıkar. Eseri seslendirirken bile kalbi sancılanmaktadır, ağrıyan kalbine elini götürmektedir ve acı çektiği yüzünden anlaşılmaktadır. Ancak buna rağmen durmaz ve söylemeye devam eder. Ta ki kalbi artık bu yükü taşıyamayıp durana kadar. Yeteneklerini, tutkusunu, hayatı doruğuna kadar yaşama arzusunu sonuna kadar gerçekleştirmiş ve kendini sahnede yok etmiştir. Yok etmiştir, ancak kendisine verilen yeteneği ve yaşamı sakınmadan cömertçe ve sonuna kadar kullanmıştır. Bu bir anlamda kendini gerçekleştirmek ve var olmak olarak da yorumlanabilir.

Acı bir son ile kapattığımız Weronika’nın hikâyesinin ardından sıra Fransız Véronique’e gelir. Veda etmek gibidir bir yandan, öte yandan da buluşmaya benzer. Aynı ruh içinde iki uca savrulur, bu uçlardan birine meylederken diğerinin baskısını üzerinizde hissedersiniz. Hayatın özüne ulaşmak için böylesi bir çatışmayı yaşamaktan başka çaremiz yoktur sanki. Tercihlerimiz, bizi bir yerden bir yere doğru taşırken karşımıza çıkan engelleri aşma azmimiz test edilir. Weronika ve Véronique’in hikâyesi de böylesi bir ‘test’ üzerinden hayat bulur.

Véronique, fiziksel olarak Weronika’nın birebir aynısıdır (İki karakteri de aynı oyuncu -Irène Jacob- canlandırmaktadır).Véronique de tıpkı Weronika gibi annesini kaybetmiştir. O da babasına “Yalnız olduğunu” hissettiğini söyler. O da müzikte çok yeteneklidir ve o kalbinde bir rahatsızlık olduğunu hissetmektedir. Ancak Weronika’dan farklı olarak hırslı, bedeli ne olursa olsun hedeflerinden vazgeçmeyen bir kişi değildir. Temkinlidir. Kalp rahatsızlığını ciddiye alır ve doktora gider. Büyük bir müzik kariyerine sahip olabilecekken hayatının geri kalanını müzik öğretmeni olarak geçirmeye karar verir.

Kieslowski duyguların kelimelerle anlatılamayacağının farkındadır. İzleyicilere birleştirmesi için ipuçları verir. Kimi zaman siyah bir iplik. Kimi zaman cam bir küre. Her izleyişte belki de yeni fark edeceğimiz onlarca detay.

Ruh ikizliği, mistisizm ve özlem üzerine olan bu hikayede hem Weronika’nın, hem de Véronique’in küçük birer saydam küresi vardır. Weronika bir yolculuğu sırasında saydam küreden dünyaya bakarak dışarıdaki manzarayı baş aşağı gelmiş şekilde görür. Bu aksi yöne dönmüş görünüm, onun varlığını hissettiği ancak bir türlü anlam veremediği diğer yarısı Véronique’in dünyasıdır. Nitekim Weronika’nın saydam kürede gördüğü kırmızı renkli kiliseyi, Véronique rüyasında görmüş ve bunu babasına anlatmıştır. İki karakterin arasındaki geçişliliği sembolize eden bir nesnedir.

Filmde genel olarak yaratıcıya yapılan bir vurgu vardır ve bu yaratıcılar Veronique’in sevgilisi ve babası gibi erkek bedeninde konumlandırılır. Veronique ve Veronika’nın yapılan ve kullanılan birer kukla olduğu vurgusuysa son sahnede kırılacaktır. Baba, yani bir diğer yaratıcı imgesi, tahminen marangozdur (sandalyeye dokunma uyarısı). Son sahnede de yaratıcı baba ağaçtan yonttuğu bir nesne üretirken Veronique’in ağaca dokunmasıyla tanrısal bir hisle irkilir. Bu Veronique’in kendini özgürleştirdiği artık üretilen kukla değil ağaç olduğunun, varoluşunun simgesi olan bir dokunuştur.

İki hayatı bir bedene hapseden film, aşkın iyileştirici gücünü layıkıyla yansıtırken, birbirinin devamı gibi duran iki hayatın kesişme noktasına da özel bir anlam yükler. Weronika’nın ‘yalnız olmadığını hissetmesi’ ve Véronique’in ‘yalnız hissetmesi’ni üst üste koyar. ‘Yalnızlık’ ortak paydası, iki ruhun hiç kopmayacak bir bağla tutunmasını sağlar, bir miktar acıyla örülü de olsa..

Mazisi olmayan Weronika ve mazisi Weronika olan Véronique’in hikâyesi, bir ağaca dokunmak ve o ağaçtan ‘yaşamın soluğu’nu hissetmek gibidir. O soluk ki, bizi bir sonraki adımı atmaya ve hayatla defalarca tanışmaya itecektir.

 

 Biz de aslında bir hikayenin iki farklı versiyonunu izliyoruz; kelebek etkisi gibi…

Kukla sahnesi aslında filmin ana temasını oluşturuyor. Filmi kuklacı-tanrı metaforu üzerinden ele almaya devam edersek, Kieslowski’nin filmde iki tane birbirine bu şekilde bağlı karakter kullanmasının nedeni, birinin çok yıpranması ve sonunda da oyundan çekilmek zorunda kalması nedeniyle diğerinin bunu hissedip daha dikkatli olmasını sağlaması. Filmin adını da hayatına devam eden karakterden yani Véronique’den alması da bir tesadüf değil. Biri diğerinin yedeğiydi, asıl olan sahneye girene kadar yaşayıp ona yapmaması gereken şeyleri dolaylı yoldan gösterdi ve gitti.

Hem Weronika’nın hem de Véronique’in hayatlarının küçük bir anını oluşturan yaşlı kadın, mesafelerin uzaklığına rağmen kader olarak ne kadar yakın olduklarını gösteren nesnelerden biri olarak karşımıza çıkar. Fakat yaşlı kadın imgesi sadece iki hayatı kavuşturmaktan çok daha ötedir. ”Üç Renk” üçlemesinde de cam şişeyi geri dönüşüm kutusuna atma çabalarıyla anımsarız onu. Kieslowski bir imgeyle sadece iki hayatı değil dört şaheseri birbirine bağlamıştır.

Filmde kullanılan müziğin sözleri, İtalyan ozan ve politikacı olan İlahi Komedya’nın da yazarı olan Dante Alighieri’ye aittir.

Determinizim ve yalnızlık temalı filmde ki en naif detaylardan birisi ise bana göre 287 sayısıdır. Weronika sevgilisi Antek’e onu ziyaret edeceğini söyler. Antek oda numarasını verir: 287. Véronique. ise kuklacıdan kaçarken girdiği otelde 287 numaralı odayı alır. Bu sayede Weronika’nın verdiği sözü aslında Véronique. tutmuş olur. Bu kadar kesin bir bağ ile bağlıdırlar birbirlerine. Filmin iki bölümündeki farklı ruh halleri de çok güzel işlenmiş. İlk yarıda Weronika özgür, hesapsız ve mutluyken ikinci yarıda Véronique onun anılarıyla tecrübelendiği için çok daha buruk ve hüzünlü. Hepimiz tıpkı onun gibi tecrübelendikçe daha hüzünlü hale gelmiyor muyuz?

Hayat seçimler yapmak ama vazgeçilenlerin arkasından ağlamaktır aynı zamanda. Ve bunun tek ilacı, tek tesellisi sevgidir. Milan Kundera, “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” kitabında başka türlü tercihler yaptığımızda sonucun nasıl olacağını bilmediğimizden dolayı “hafif” olduğumuzu söyler. Anların ve kararların biricikliği ve başka olasılıklara karşı körlüğümüzdür varoluşumuzu özgür kılan. Ama için ise varolmak dayanılmaz ağırdır, çünkü o içten içe her an yaşıyordur başka türlü olanı.

Ayrıca bana Véronique isminin çağrıştırdığı bir kitaptan bahsetmeliyim. Paulo Coelho’ya “Veronika Ölmek İstiyor” isimli kitabın içinden beni daha fazla düşünmeye iten bir alıntıyla sonlandırmak isterim.

“…
-İyileştim mi doktor?
-Hayır. Siz farklı bir insansınız ama herkes gibi olmak istiyorsunuz. Bu da, bana kalırsa ciddi bir hastalıktır.”